7 Ekim tarihinde Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugaylarının İsrail'in askeri hedeflerine yönelik düzenlediği operasyona tepki olarak İsrail'in başlattığı saldırılar kısa süre içerisinde her türlü savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırımın işlendiği bir sürece evrildi. Altı ayı aşkın bir süredir bütün dünyanın gözü önünde modern tarihte benzeri görülmemiş bir kitlesel katliam yaşanmaktadır. Maalesef şu ana kadar hiçbir etkili aktör de bu vahşetin sona erdirilmesi konusunda bir şey yapamadı.
Genel Manzara
Filistin-İsrail sorununun dört farklı boyutunda soruna taraf olan aktörlerin tepki vermesi beklenmektedir. En dar halkada, sorunun bir toprak mücadelesi olduğu dikkate alındığında Hamas dışındaki diğer Filistinli aktörlerin de etkin bir tutum takınması beklenmektedir. Ancak son dönemde İsrail güçlerinin Gazze kadar olmasa da Batı Şeria'da da masum insanları öldürmesine Filistin Yönetimi etkili bir tepki verememektedir. Fetih'in etkisiz siyaseti dikkate alındığında Hamas aslında Filistin siyaseti içinde bile yalnız bırakılmış denilebilir. Hatta Hamas'ın bitirilmesi Fetih'in tek etkili Filistin aktörü olmasının önünü açacağı için de tercihe şayan görüldüğü iddia edilebilir.
Sorunun ikinci boyutunda Arap devletleri gelmektedir, çünkü Filistin-İsrail sorunu aynı zamanda bir Arap-İsrail sorunudur. Zira İsrail, Filistin dışında Lübnan ve Suriye gibi Arap devletlerinin topraklarını da işgal altında tutmaktadır. Aynı zamanda bölgedeki Arap devletleri için ciddi bir güvenlik tehdididir. Yakın dönemde Suriye ve Lübnan'a yaptığı saldırılar da bunun bir göstergesidir.
Arap Baharı sonrası dönemde Filistin sorununu dava olarak görüp İsrail karşıtı siyaset izleyen rejimlerin hemen tamamı yıkıldı. Yeni rejimler de İsrail ile işbirliği yaparak Filistin davasını büyük ölçüde unuttular. Hatta Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn gibi bazı Arap devletler Hamas'ı terör örgütü olarak ilan ettiler. ABD himayesinde geliştirilen "küre ittifakı" ve "Yüzyılın Planı" süreçlerine aktif olarak katılım gösterdiler. Sonrasında ise yine ABD himayesinde İsrail ile İbrahim Antlaşmaları imzaladılar. Süreç içerisinde Filistin konusunu "kurtulması gerekilen bir yük" olarak görmeye başlayan BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan gibi Arap devletleri İsrail ile normalleşme antlaşmaları imzaladılar. Birkaç etkisiz Arap devleti dışında Filistin'i sorun olarak gören Arap devleti kalmadı.
Üçüncü boyutta ise Müslüman ülkeler gelmektedir, çünkü Filistin-İsrail sorununun bir din ve medeniyet bağlamı da vardır. Türkiye ve İran'ı dışarıda tutarsak Filistin konusunda etkili bir söylem geliştiren Müslüman bir devlet yoktur. Etkili olabilecek pek çok Müslüman devlet, bulundukları siyasi ve iktisadi şartlar dolayısıyla etkili tutum takınamadılar. Farklı coğrafi bölgelerde bulunan Müslüman ülkeler, milli menfaatlerinin gerektirdiği şekilde hareket ederek zarar görmeyecek bir siyaset izlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle iktisadi krizler yaşayan bazı Müslüman devletler finans bakımından güçlü olan devletlerin baskısı ve etkisiyle beklenen tavrı ortaya koyamamaktadırlar. İran ise bölgesel siyasetinde sıcak savaşı kendi topraklarından uzak tutma gayretinin bir sonucu olarak ısrarla Hizbullah ve Ensarullah (Husiler) gibi vekil aktörleri üzerinden etkili olmaya çalışmaktadır.
Dördüncü bağlamda ise İsrail'in katliamlarına ve soykırımına insani tepkiler veren uluslararası aktörlerden bahsedilebilir. Uluslararası kamuoyu üst düzeyde tepkiler vermektedir. Batılı halklar başta olmak üzere dünya çapında halkların önemli bir kısmı İsrail'in işlediği suçları haykırmakta ve hükümetlerinin İsrail'e verdiği desteği eleştirmektedirler. Ayrıca İspanya gibi Batılı veya Güney Afrika Cumhuriyet gibi Batılı olmayan pek çok hükümet de İsrail'in işlediği suçları ve ona destek veren Batılı hükümetleri eleştirmektedir. İlaveten Birleşmiş Milletler başta olmak üzere pek çok uluslararası örgüt yönetimi ve uluslararası sivil toplum kuruluşu da İsrail'in insanlığa karşı işlemiş olduğu suçlara tepki göstermektedir. Maalesef bu aktörlerin takındığı tavır da kısa vade beklenen etkiyi doğuramadı. Ancak orta ve uzun vadede bu son grup aktörlerin verdikleri tepki ve takındıkları tutumun etkili olma ihtimali yüksektir. İnsanlığın vicdanı bir defa kaynamaya başlamışsa bir gün mutlaka devlet siyasetlerini etkileyeceği mukadderdir.
Türkiye'nin İzlediği Politika
Bu vasatta Türkiye'nin izlediği politikanın nasıl şekillendiğine bakıldığında ise birkaç hususun ön plana çıktığı görülmektedir. İlk olarak Türkiye'de Filistin konusunda partiler üstü bir duyarlılık ve hassasiyet vardır. Son gelişmelerin öncesi ve sonrasında Türkiye, Filistin'e en fazla insani yardım ulaştıran devletlerin başında gelmektedir. Hem hükümet hem de hükümet-dışı aktörler eliyle Türkiye, Filistin halkının yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli yardımları sağlamaktadır.
7 Ekim sonrasında da bu durum değişmedi. TİKA, Türk Kızılay'ı, AFAD ve Diyanet Vakfı başta olmak üzere pek çok devlet veya devlet destekli kurum Filistin'e kalkınma ve insani yardım gönderme konusunda görevlendirildiler. Türkiye şu ana kadar 13 uçak, 12 gemi ve yaklaşık 50 ton civarında insani yardım göndermiş bulunmaktadır. Ayrıca İHH başta olmak üzere pek çok Türk sivil toplum kuruluşu da kendi imkanlarıyla yardımlar ulaştırmaktadırlar. Türkiye'den giden çok sayıda gönüllü (yardım dağıtıcıları ve doktorlar gibi hizmet götürenler) Gazze'de Filistinlilerin yaralarını sarmaya çalışmaktadırlar.
İkinci olarak Türkiye'nin siyasi söyleminde bir süreklilik vardır. AK Parti hükümetleri boyunca Türkiye, İsrail'in Filistin'de işlediği suçlara (işgal, baskı, insan hakları ihlalleri) son vererek bölgede normal bir devlet olarak varlığını devam etmesini savunmaktadır. Türkiye son yirmi yılda İsrail'in izlediği politikalara göre tavır takınmıştır. İhlallerin arttığı dönemde İsrail'i sert bir üslupla eleştirmekten geri kalmamıştır. Görece daha sorunsuz dönemlerde ise İsrail ile diplomatik normalleşme teşebbüsünde bulunmuştur. Türkiye'nin bu tutumu ve politikası realist bir bakışın yansıması olarak görülebilir.
Türkiye'nin bu politikası, bölgeye yönelik genel politikasının bir cephesi olarak görülebilir. Ortadoğu'da siyasi istikrar ve ekonomik kalkınmayı önceleyen Türkiye, bölge devletleri arasında işbirliğine dayalı ilişkilerin geliştirilmesini savunarak küresel güçlerin daha az müdahil olduğu bir istikrar alanı oluşturmaya çalışmaktadır. İsrail dahil bütün bölge ilkelerinin barış içinde bir arada yaşayabileceği bir siyasi perspektife sahip olan Ankara, 2020 yılında bu beklentisi dolayısıyla normalleşme süreci başlattı.
İsrail görece daha rasyonel bir siyaset izlediğinde Türkiye de rasyonalite temelinde İsrail ile ilişkilerini milli menfaatler temelinde sürdürmeye çalışmıştır. Ancak ne zaman ki İsrail, uluslararası hukuku ihlal ederek büyük katliamlara giriştiyse Türkiye, gerektiğinde menfaatlerini de paranteze alarak tepkiler ortaya koymuştur. 7 Ekim'in hemen sonrasında tarafları rasyonel davranmaya davet ederek dengeli bir tavır almaya çalışan Türkiye, İsrail'in uluslararası insancıl hukukun hemen bütün ilkelerini ihlal etmesine sert tepkiler vermeye başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da söz konusu süreç içerisinde mevkidaşlarıyla çok yoğun bir diplomasi trafiğinin içinde oldular. Onlarca devlet başkan ve bakanla görüşmeler yapılarak İsrail vahşetinin sona erdirilmesi için gayret gösterdiler. Türkiye tüm yetkilileriyle hem ikili hem de çok taraflı platformlarda diplomatik müzakerelerde bulunmaktan geri kalmadı.
Öte yandan Türkiye, Arap Baharı'nın oluşturduğu yeni siyasal ortam neticesinde Ortadoğu'da tek başına inisiyatif almaktan imtina etmektedir. Türkiye'nin bölge yönetimlerinin büyük kısmıyla pek çok konuda farklı düşündüğü ve bölgesel anlamda rekabet ettiği dikkate alınmalıdır. Bölgedeki Arap devletlerinin de ortak ve etkili bir şekilde hareket etme imkanı da kısıtlıdır. Öte yandan Arap devletlerinin desteği olmadan Türkiye'nin İsrail ve destekçisi Batılı devletlere karşı etkili bir strateji geliştirme ihtimali de düşüktür. Bundan dolayı Türkiye, bütün olumsuzluklara rağmen, Gazze'deki mevcut olumsuz sürecin Arap devletlerinin de büyük zarar göreceği bir noktaya varma ihtimalini vurgulayarak Arap devletlerinin İsrail karşıtı bir blok oluşturma sürecinde yer almalarını sağlamaya çalışmaktadır. Gerçekten de mevcut sürecin devamında Arap halklarının nasıl tepki vereceği kestirilemez durumdadır.
Dördüncü olarak Türkiye, yürüttüğü diplomatik çabalarının yanında İsrail'in vahşetine son vermek amacıyla barışçıl yolların kullanılması dışında başka yöntemlerin de konuşulması ve tartışılması gerektiğini ifade etmiştir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın ilk olarak dile getirdiği garantörlük modeli bu bağlamda geliştirilmiş en somut tekliftir. Türkiye'nin ilgili taraflarla paylaştığı yol haritasına göre önce ateşkesin sağlanması, sonra kalıcı bir barışın sağlanması ve Türkiye'nin de dahil olduğu bir barışı koruma gücünün bölgeye konuşlandırılması önerilmiştir. Bunun için de Türk yetkililer öncelikle bir bölgesel koalisyonun kurulması gerektiğini ifade etmişti. Şimdilik etkili bir karşılık bulmasa da orta ve uzun vadede Türkiye'nin bu önerisi diplomatik müzakere masasındaki yerini alabilir.
Beşinci nokta ise Türkiye'nin son dönemde yaşadığı iktisadi sorunlardır. Bu sorun, diğer boyutlarda olduğundan daha karmaşık yapıya sahiptir. Malumdur ki Türkiye, Arap devletleri, Müslüman ülkeler veya dünya kamuoyu sadece İsrail'e değil, aynı zamanda ona şartsız her türlü desteği veren ABD liderliğindeki küresel ekonomi politik sisteme de meydan okumak zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla sadece bir devletle değil, bir sistemle yüzleşmek zorunda kalınmaktadır.
Bu noktada her ne kadar devlet olarak bazı tedbirler alınmış olsa da Türkiye, iç kamuoyundaki bazı kesimler tarafından eleştirilmektedir. Mesela İsrail adı altında yapılan ihracatın bir kısmının Filistin halkına gittiği bilinmektedir. Öte yandan, tabir caizse fiili olarak İsrail içinde kalan Filistin halkına ulaşabilmek için İsrail ile diyalogun ve hatta zımni bir antlaşmanın olması gerekmektedir. Tıpkı Türkiye'nin 1990'lı yıllarında başlarında Boşnak Müslümanlara yardım gönderirken Hırvatlara "rüşvet vermesi (onların da yardımlardan istifade etmesi)" gibi bugün de Filistin halkına ulaşabilmek için İsrail ile de ilişki kurma zorunluluğu bulunmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye'nin geçen hafta ilan ettiği 54 kalem malın İsrail'e ihracatının yasaklanmasının caydırıcılığı tartışılabilir. Ancak bu karar, net bir siyasi tavır alma olarak okunmalıdır. Bütün bu ve benzeri başka hususların birlikte düşünüldüğü ve dikkate alındığında Türkiye'nin ne tür ikilemlerle karşı karşıya kaldığı görülebilir.
Hâsılı kelam, Türkiye kısa süreli tepkiler vermekten ziyade uzun vadeli bir planlama üzerinden tavır geliştirmeye çalışmaktadır. Mevcut çatışma sürecinin bitmesinden sonra başlatılacak çözüm sürecinde Filistin halkının menfaatlerini "gerçek manada" temsil eden bir aktör olarak masada yer almak istemektedir. Bu beklentisi ve talebi, aynı zamanda Türkiye'nin bölgesel güç dengelerinin yeniden oluşturulması bakımından da önemlidir. Türkiye, doğal olarak, hiçbir şekilde kendisinin dışlandığı bir bölgesel projeksiyonun gerçekleşmesini istemez. Dolayısıyla Türkiye'nin hem kendi kaderine terk edilen Filistin halkı için hem de bölgesel menfaatlerinin gereği olarak kendisini masada tutacak bir siyaset izleme zorunluluğu vardır.