28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu tarafından alınan kararlar üzerine başlayan süreç Türk siyasi tarihine "postmodern darbe" olarak geçmiştir. Siyasi tarihimizde daha önce yaşanan darbelerin müdahale biçim ve aygıtlarından farklılık arz eden bu darbe bir "toplumsal mühendislik projesi" olarak tarihe geçmiştir. Bu toplumsal mühendislik demokratik siyasi hayata geçişimizin kesintili ve kısıntılı sürecinde yeni bir sosyopolitik travma yaratmıştır. Bu kirli hendese ardında oldukça ağır sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik maliyetler bırakmıştır.
Kirli bir iktidar mücadelesinin trajik simgesi olarak tarihe geçen bu darbe ile hukuk dışı müdahalelerle olağan siyasal süreçleri inkıtaya uğratmak suretiyle meşru siyasi iktidarın yerinden edilmesi hedeflenmiştir. Egemenlik yetkisini kullanmak amacıyla siyasal toplumu temsil eden siyasi iktidarın anayasal meşruiyetini kamuoyu nezdinde yıpratmaya yönelik sofistike darbe araçlarına başvurulmuştur. Bu yönüyle farklılaşan bu darbe sürecinde anayasal düzenin meşru hukuki-politik aygıtları üzerine kurulan siyasi iktidarı devirebilmek adına "simgesel şiddet" araçları kullanılmıştır. Siyasi iktidarın anayasallık ilkesi çerçevesinde ve rıza temelinde kullandığı meşru iktidarını yok etmeye dönük bir "şiddet stratejisi" geliştirilmiştir.
Operasyonel yıkıcı "simgesel şiddet politikası" siyasi otoritenin itibarına kastetmiştir. Bu noktada özellikle "militaristik, jüristokratik, medyatik, bürokratik ve kolektivistik" yozlaşık güç merkezleri harekete geçmiştir. Meşru demokratik siyasetin işleyişini felce uğratan bu güç merkezleri toplumsal değerleri tehdit unsuru olarak etiketlemiştir. "İrtica" ve "gericilik" yaftalamaları ile "laiklik" ilkesinin ihlal edildiği yönlü söylemler temelsiz bir iç güvenlik tehdidi biçiminde üretilmiştir. Bizatihi toplumun değer dünyasını ve inançlarını hedef alan bu yapay güvenlik tehditlerinin ardında vesayetçi odaklarca yürütülen kirli iktidar mücadelesi yer almıştır.
Kuşkusuz darbeci aktivizmin o dönemde en etkin aktörlerinden birisi yargı sistemi olmuştur. Brifingler, talimatlar ve telkinlerle yargı etkin bir vesayet organı (jüristokrasi) olarak misyon icra etmiştir. Meşru hükümetin kurucu siyasi partisinin (Refah Partisi) yapay gündemler üzerinden oluşturulmuş ithamlarla kapatılması kararı döneme damgasını vuran bir "yargısal aktivizm" örneği olmuştur. Hukuk devleti, hukuk güvenliği, hukukun öngörülebilirliği gibi hukukun evrensel ilkelerini yok sayan aktivist yargı kararları yargıya olan güveni zedelemiştir. Demokratik siyaset alanını dinamitleyen darbeci "simgesel şiddet"in sosyopsikolojik harekatında yargı öncü kuvvet olarak yerini almıştır.
Darbeci aktivizmin en etkin öncü kuvveti kuşkusuz medya olmuştur. Medya meşru siyasi otoriteyi yok etmeye dönük dispolitik müdahalenin en sofistike aktörüdür. Kamuoyu üzerinde yürütülen psikolojik harekatın manipülatif ve dejeneratif etkinliği medya aracılığıyla temin edilmiştir. Vesayet edici odakların iradesi doğrultusunda üretilen senaryolarla kamuoyunda yapay bir korku ve tekinsizlik hissi yaratılmıştır. Siyasal alanı, meşru siyasi iktidarı ve siyasi figürleri itibarsızlaştırma misyonu ile hareket edilmiştir. Bu medyatik aktivizm "simgesel şiddet"in toplum üzerindeki yıldırıcı etkisini yoğunlaştırmıştır.
Neticeleri açısından değerlendirildiğinde 28 Şubat siyasi tarihimizdeki diğer darbeler gibi ardında oldukça yıkıcı sosyal travmalar, ağır maliyetler ve trajik öyküler bırakmıştır. Ancak bütün bunların dışında sebep olduğu en yıkıcı etki 15 Temmuz FETÖ'cü faşizan darbe girişimine doğru evrilen süreci tahkim etmesi olmuştur. 28 Şubat postmodern darbesi vesayet düzenine yeni bir kirli vesayet yapılanması armağan etmiştir. "Kolektivist vesayet" olarak adlandırdığımız bu yozlaşık güç öbeklenmesi demokratik siyasal yaşama yapılan her bir vesayetçi müdahale sonrasında güç kazanmıştır. Millet iradesini istismar ederek devşirilen bu kirli gücün ortaya çıkardığı kolektivist vesayetin (FETÖ) ürettiği cunta yapılanmasının nasıl bir yıkıma ve trajediye yol açtığı görülmüştür.