Türkiye olarak 1980'li yıllara kadar ithal ikameci politikayla, 1980'lerden sonra ise ihracat eksenli sanayileşme politikasıyla kalkınmaya çalıştık. Fakat bütün bu süreçlerde uzun vadeli bir kalkınma stratejisi oluşturamadık ve sonuçta da arzu ettiğimiz ölçüde sanayileşemedik. Bu durumun en başta gelen sebeplerinden birisi ise siyaset kurumunun zayıflığı oldu. Özellikle 2000'li yıllara kadar demokrasinin her on senede bir gerçekleşen darbeyle kesintiye uğraması ve hükümetlerin ortalama ömrünün sadece 1.5 yıl olması Türkiye'nin sanayileşme noktasında bir strateji geliştirememesinde çok önemli bir paya sahip oldu.
Türkiye 2000'li yıllarda AK Parti ile birlikte siyasi istikrarı -kısmen- yakaladı ve adeta kabuk değiştirdi. Bütçe disiplinine büyük önemin verildiği bu dönemde kamu maliyesi oldukça sağlam bir yapıya kavuştu. Bugün, kamu borcunun milli gelire oranı Almanya'da yüzde 82, İngiltere'de yüzde 113 ve ABD'de yüzde 124 iken ülkemizde sadece yüzde 32 düzeyinde. Ayrıca ülkemizde finansal altyapı ciddi şekilde güçlendi, Türk bankacılık sektörü oldukça sağlam bir yapıya kavuştu. Enflasyon 34 yıllık aradan sonra tek haneli rakamlara kalıcı bir şekilde düştü. Yine Türkiye'de çok uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan sosyal devlet uygulamaları bu dönemde ciddi şekilde genişledi. Örneğin sağlık sigortası evrensel hale getirildi, eğitim ciddi biçimde yaygınlaştırıldı ve geniş halk kesimlerine yapılan yardımlar muazzam ölçüde arttırıldı. Yine, bu süreçte reel asgari ücret yüzde 85 düzeyinde arttı. Türkiye ekonomisi de genel olarak 2000'li yıllarda çok ciddi biçimde genişledi. Son 14 yıllık süreçte reel milli gelirimiz yüzde 80 büyürken kişi başı milli gelir de yüzde 50'den fazla arttı.
2000'li yıllarda böylece bir taraftan ekonomik altyapı önemli ölçüde sağlamlaştırılırken diğer taraftan halkın refah düzeyi önemli ölçüde yükseldi. Türkiye bugün, kişi başı milli gelirin 11 bin dolar civarında olduğu bir ülke haline geldi. Fakat henüz arzu ettiğimiz ölçüde sanayileşemedik ve istediğimiz noktalara gelemedik. Bu hedefleri gerçekleştirebilmemiz için uzun vadeli ve kapsamlı bir sanayileşme politikasını hayata geçirmek ve ekonomimizdeki yapısal problemleri çözmekten başka çaremiz bulunmuyor. Bunları yapabilmek için ise güçlü bir siyasi irade ve kalkınma odaklı bir bürokrasiye büyük ihtiyaç duyuyoruz.
Kalkınma odaklı bürokrasi
İşte Cumhurbaşkanlığı sistemi tam da bu noktada devreye giriyor. Cumhurbaşkanlığı sistemi şiddetle ihtiyaç duyduğumuz ekonomik reformların hızlı ve sağlam bir şekilde gerçekleştirilebilmesi, ülkemizin hızlı bir şekilde gelişmiş bir ülke haline gelebilmesi noktasında bizim için hayati derecede öneme sahip. Unutulmaması gerekir ki güçlü bir siyasi irade ve uzun vadeli bir kalkınma stratejisi olmadan bir ülkenin zengin ve sanayileşmiş bir ülke olabilmesine imkan yoktur. İngiltere de, ABD de bu şekilde zengin ülkeler haline gelmişlerdir, "serbest piyasa" sayesinde değil. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra önemli birer başarı hikayesine imza atan ve bugün zengin ülkeler arasında olan Japonya ve Güney Kore de güçlü siyasi irade ve kalkınma odaklı bürokrasi sayesinde bunları başarabilmiştir.
Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte meclis asli görevi olan yasamaya yoğunlaşırken, yürütme yasamadan tamamen bağımsız hale gelecek ve milletin doğrudan seçtiği cumhurbaşkanına bağlanacaktır. Böylece milletin cumhurbaşkanı aracılığıyla bürokrasi üzerindeki etkinliği ciddi biçimde artacaktır. Sonuçta bürokratik vesayetin yerini zaman içinde ekonomik kalkınma odaklı bürokrasi alabilecektir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünya düzeninin çok ciddi şekilde çatırdamaya başladığı bu tarihi süreçte Türkiye'nin yerinde saymak gibi bir lüksü bulunmuyor. 15 Temmuz hain darbe girişiminin de gösterdiği üzere ülkemizin bir tür varlık-yokluk mücadelesi verdiği bu tarihi kavşakta güçlü ve sanayileşmiş bir Türkiye bizim için bir zorunluluktur. Bu açıdan 16 Nisan referandumu ülkemizin ne tür bir geleceğe çıkacağı noktasında hayati derecede öneme sahiptir.