Alman milli futbol takımının önde gelen futbolcularından Türk kökenli Mesut Özil ırkçılık ve saygısızlığa maruz kaldığı gerekçesiyle Alman milli takımını bıraktığını açıkladı. Öncesinde ise Mesut Özil ve İlkay Gündoğan 14 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Londra'da bir fotoğraf çektirmiş, daha sonra ise her iki futbolcu Alman Futbol Federasyonu, Alman medyası ve siyaset çevrelerinin tepki ve hatta hakaretlerine maruz kalmışlardır. Her ne kadar Gündoğan daha sonra geri adım atarak fotoğrafın siyasi bir amaç taşımadığını açıklamışsa da medyanın temel "ilgisi" ve "mobbing" türündeki yaklaşımları daha kıdemli ve ön planda olan Mesut Özil'e yoğunlaşmıştır.
Bu süreçte Özil'den beklenen özür dilemesi, milli takımı bırakması veya federasyon tarafından kadrodan atılmasıydı.
Kısmen Özil'in yanında yer alanlar dahi onun kapasitesinin ancak bu kadar ile sınırlı olduğunu dolayısıyla bu hareketinin tolere edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Bir önceki dünya şampiyonu Alman milli takımının bu defa sürpriz bir şekilde dünya kupasından erken elenmesi federasyonu bir günah keçisi arayışına itmiş ve gündem yeniden Özil'e odaklanmıştır.
Örneğin Federasyon Başkanı Reinhard Grindel, Özil'in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile çektirdiği fotoğrafa hala açıklık getirmediğini ve bunun da birçok taraftarda hayal kırıklığına sebep olduğunu tehditsel bir dil ile açıklamıştır. Grindel ayrıca Özil'i takımın dünya kupasındaki başarısızlığından sorumlu tutmuştur. Son olarak Pazar günü sosyal medya üzerinden bir açıklama yayımlayan Mesut Özil milli takımı bıraktığını detaylı gerekçelendirmelerle duyurmuştur.
Özil'in milli takımı bıraktığını açıklaması Almanya ve Avrupa'daki Müslümanlar, Türkler ve hatta diğer göçmen arka planına sahip insanlar tarafından çok ciddi bir destek görmüştür. Desteğin ağırlıklı olarak "asimilasyon" odaklı bir uyumu kabul etmeyen kitlelerden geldiği gözlenirken diğer yandan ana akım Alman siyasetinde yer bulabilen bazı Türk kökenli siyasetçiler ise daha çok Özil'i eleştiren bir söylemi tercih etmişlerdir.
Mesut Özil'in geri adım atması ve hatta özür dilemesi beklenirken böyle bir çıkışla adeta "hodri meydan" diye haykırması Alman kamuoyu, siyaseti ve medya çevrelerini şaşkına çevirmiştir. Her ne kadar bazı sosyal demokrat ve sol siyasetçiler Özil'e destek vererek gerçekten Almanya'nın bir ırkçılık sorunu olduğuna işaret etseler de aşırı sağcı ve kısmen de muhafazakar siyaset ve medyadaki büyük çoğunluk bu ithamları kabul etmemiş, aksine Özil'in hatalı olduğu söylemi üzerinde durmuşlardır.
Diğer yandan global medyadan ise -Özil'in mevcut İngiliz futbol kulübü Arsenal de dahil- Özil'e destek açıklamaları gelmiştir.
Alman milli takımından veya genel olarak Alman futbol çevresinden ise -göçmen arka planı olan bazı istisnalar haricindedayanışma mahiyetindeki açıklamalardan kaçınılmış, belli ki eleştiri yağmuru ve dışlanma olasılığından endişe edilmiştir.
Özil'in manifestosunun anlamı ve ileriye dönük işlevini ise birkaç etkeni dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.
Öncelikle Özil'in Türklüğüne ve Müslümanlığına yönelik saygısızlığa işaret eden açıklamaları, Almanya'daki Türk ve Müslüman göçmenlerin ülkeye uyumu konusunda Alman devletinin uygulamadaki politikalarının olumlu sonuçlar getirmediğini aksine bilhassa sosyal medyadaki tepkilerden de anlaşılacağı üzere ırkçılık ve ayrımcılığın hem kurumsal hem de toplumsal olarak bir normalleşme sürecine girdiğini ortaya koymaktadır. Almanya'nın neredeyse nüfusunun yüzde 20'sine tekabül eden "göçmen arka planlı" toplum Mesut Özil gibi son derece başarılı bir uyum örneğinin dahi "ırkçılık ve ayrımcılık" gerekçeleri sonucunda takımdan ayrıldığına şahit olarak ümitsizliğe kapılmıştır.
Aslında bu sorunun uzun yıllardır akademi, kamuoyu ve sağduyulu siyasi çevreler tarafından da ele alındığı bilinmektedir.
Buna rağmen egemen Alman medyası ve siyasetinin toplumu bu konudaki ısrarlı ve manipülatif yönlendirmesi ırkçılık ve dışlanma gibi sorunların göz ardı edilmesine, yalnızca işlevsel başarı hikayelerine odaklanılmasına, muhafazakar Müslümanlara ana akım siyasette yer verilmemesine ve haliyle bu sorunlarla yüzleşme fırsatlarının sürekli ertelenmesine sebep olmuştur.
Aynı şekilde AfD gibi ırkçı siyasi partilerin toplumun merkezine doğru hızla ilerlemesi, bu gibi hususların toplum nezdinde gündem olmayışında etkili olmuştur.
Açıkçası son yıllarda Alman siyasetinde de aşırı sağcılaşma trendinin hüküm sürmesi merkez partileri dahi oy kaygısıyla aşırı sağcı söylemlere itmiştir. Buna rağmen ırkçı AfD'nin güncel anketlere göre Almanya'daki en güçlü ikinci parti konumuna yükselmesi merkezde olduğu ileri sürülen partilerce izlenilen "sağcı söylemleri kopyalama stratejisi"nin de yanlışlığını gözler önüne sermektedir.
Bir diğer etken ise Alman siyaseti ve medyasının son üç-dört yıldır Türkiye'ye yönelik takıntılı ve rasyonaliteden uzak tutumudur. Buradaki yanlış söylem ve tavır Alman medyası vasıtasıyla toplumsal bir manipülasyona dönüşmüş, son olarak Özil olayında da görüldüğü üzere kontrolden çıkma noktasına gelmiştir.
Sonuç itibarıyla Mesut Özil'in son açıklamaları Almanya'daki göçmen topluma bir öz güven getirmiştir. Bununla birlikte her gün bizzat muhatap olunan benzer ayrımcı yaklaşımların açık bir şekilde dile getirilmesine olanak sağlamıştır. Ancak ana akım siyasetin giderek sağcılaştığı ve popülist bir medyanın etkili olduğu mevcut konjonktürde Almanya'daki kurumsal ve toplumsal ırkçılık sorunuyla yüzleşme imkanı oldukça sınırlıdır. Maalesef NSU davasıyla bu yüzleşme fırsatını kaçıran Almanya'nın Özil'in açıklamasıyla başlayan yeni süreçte de bu tarihi fırsatı iyi değerlendirmesi kısa vadede beklenmemelidir.