Anayasa Mahkemesi, verilen cezaların kesinleştiği Balyoz Davasında; tanık dinletme taleplerinin kabul edilmemesi ve dijital delillerde sahtecilik iddialarının dikkate alınmaması sebebiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi. AYM'nin kararında ayrıca, yeniden yargılama koşullarının oluştuğu ve yargılama yapan mahkemenin yeniden yargılamayı başlatması yönünde hüküm kuruldu. Pozitif hukuk açısından bu karar değerlendirildiğinde, bireysel başvuru hakkının politik yargılamalar bakımından son derece önemli bir imkân olduğu kanıtlanmış durumda.
AYM, daha önce de özellikle tutuklu milletvekillerine ilişkin verdiği ihlal kararlarında bireysel başvuru hakkının ne kadar etkili sonuçlar doğurabileceğini göstermişti. Ancak Balyoz davasına ilişkin kararında kesinleşmiş cezası olan 230 hükümlü ile ilgili karar vererek politik adalet üretmenin yanında birçok hukuki adaletsizlik üreten politik yargılama pratiğinde olağandışı bir etki yapabileceğini ortaya koydu. Hanefi Avcı ile ilgili verilen ihlal kararı da bireysel başvuru hakkının politik yargılamalara son derece önemli bir güvence olduğunu netleştirdi.
Ancak AYM'nin yine dibine kadar politik yargılama olduğu belli ve asıl amacı çözüm sürecini engellemek olan KCK yargılamalarına ilişkin yapılmış çok sayıda başvuruyu, Balyoz davasında olduğu gibi birleştirerek bir sonuca henüz varmamış olması, AYM'nin de politik tercihlerle hareket edebileceğine ilişkin bir işaret veriyor. Görüldüğü üzere, nötr olarak hak ve özgürlükler alanını genişletebilecek bireysel başvuru hakkı yine politik tercihler çerçevesinde sübjektif kullanıma müsait bir enstrümana dönüşüyor.
Vurgulamak gerekir ki, Balyoz davasında AYM'nin verdiği karar soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde şüpheli ve sanık haklarının ihlallerine işaret etse bile darbeci zihniyeti meşrulaştıran kararlar değil. AYM'nin bu kararından; bürokratik kurumsal faşizmi korumak için yapılanların hukuki olduğu sonucunu çıkarmak, eğer bir politik manipülasyon değilse cehaletten başka bir şey olmaz.
Dolayısıyla AYM'nin Balyoz kararını egemenlik savaşında bürokratik kurumsal faşizmin bir kazanımı olarak değil, toplumsal iradenin 2010 Eylül Referandumuyla açtığı özgürlük alanının kullanılması olarak değerlendirmek gerekiyor. AYM'nin bu yetkisinin referandumla ortaya konan toplumsal iradenin gölgesinde olduğu unutulmamalı. O yüzden AYM toplumsal iradeye aykırı hiçbir karar vermemeli. Bu irade bireyler arasında hiyerarşiyi asla kabul etmiyor. Bu nedenle bireysel başvurular konusunda politik sebeplerle öncelik sıralaması yapmamalı.
AYM'nin kararından sonra Balyoz davasıyla ilgili Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesinin tahliye kararları vermesi ise pozitif hukuk kurallarının görülmedik bir hızla işletilmesinin bir sonucu. AYM'nin kararı kendi başına Balyoz hükümlerinin infazını durduran ve tahliyelerine yol açan bir özellikte değil.
Bu karar, sadece adil yargılanma hakkının ihlali üzerinden yeniden yargılama imkânı yaratan bir özellikte. Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi, AYM'nin kararı kendisine tebliğ edildikten sonra olağanüstü bir hızla; yeniden yargılama kararı vermiş, hükümlü statüsündeki kişilerin hukuki statüsünü tutukluya dönüştürmüş ve tutukluların tahliyesine karar vermiştir. Keşke bu hız bütün yargılamalarda olsa.
Her ne kadar anılan mahkemenin kamuoyuna açıklanan kararında infazın durdurulması ve bunun sonucunda hükümlülerin tahliye edilmesi ifadesi varsa da bu ifadelerin tamamı pozitif hukuka aykırı. Ancak işin esası, yeniden yargılama kararına dayalı olarak hükümlü statüsünün kaldırılması ve sonra tahliye kararı verilmesidir.
Yani AYM'nin kararı darbecilik iddiasına ilişkin esasa yönelik bir karar değil, darbecilik ithamının soruşturulması ve kovuşturulması sürecinde şekle ilişkin ihlallere yöneliktir. Balyoz davasında yapılacak yeniden yargılamada adil yargılama olması kaydıyla darbeye teşebbüs sebebiyle yeniden mahkûmiyetler verilmesi olası. Bu hiçbir zaman unutulmamalı.
Gerek AYM'nin kararını, gerekse Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesinin şeklen yanlış esasen doğru kararlarını uygun buluyoruz. Ancak AYM'nin KCK dâhil birçok siyasi davadaki yargılamalara ilişkin suskunluğunu ve verdiği karara rağmen Hanefi Avcı'ya ilişkin yerel mahkemenin harekete geçmemesini manidar buluyoruz.
Sonuç olarak;
2010 Anayasa referandumuna karşı çıkanlar referandumdan geçen anayasa değişikliğine dayanarak bugün adil kararlar alma imkânına kavuştu.
2010 Referandumu ile bireysel başvuru yetkisine sahip kılınan AYM, bu yetkiyi her türlü hak ihlalinde aynı hızda, aynı etkinlikte ve aynı adalette uygulamayarak tartışılır bir pozisyona düştü.
Bu süreç, 2010 12 Eylül referandumunun ülkemizde, hak ve özgürlükler alanına önemli imkânlar getirdiğini ancak henüz daha bu imkânları sübjektif politik tercihlere göre kullananlara karşı önlemler içermediğini ortaya koydu.
Gözüken o ki, ülkemizin yaşadığı kıran kırana bu egemenlik savaşında; tüm devlet aygıtları ve hukuk bu egemenlik kavgasının belli bir süre daha enstrümanı olmaya devam edecek. Meşruiyet, bu egemenlik savaşı döneminde; ne devlet kurumlarının pratiklerinde, ne yargı pratiklerinde ne de pozitif hukuk kurallarında kendisini var edemeyecek. Bu geçiş sürecinde egemenlik savaşının tek meşruiyetinin toplumsal egemenliğe dayanmak olduğunu, halka dayanan siyasetin bütün pratiklerinin meşru olduğunu esas alarak tutum almak, politik ve hukuki açıdan doğru, ahlaki ve etik açıdan uygundur.
Türkiye'nin geleceği toplumsal egemenliği siyasi pozisyondan hukuksal pozisyona geçirecek bir anayasal sistemi kurmaktan geçiyor. Tüm bu süreçleri bu zaviyeden okumak geleceğimizi kurtaracak bakış açısını sağlayacaktır.