3 Kasım başkanlık seçiminin ABD'nin yeni bir başkan seçmesinin ötesinde sonuçları olacağı aşikar. Ne Trump'ın ne de Biden'ın kampanyasında ABD'nin küresel rolü ciddi bir tartışma konusu olarak öne çıkmadı. Covid-19, ekonomik resesyon ve ırkçılık gibi konular bütün gündemi işgal ederken Amerikan dış politikasının belki de en az konuşulduğu kampanya dönemlerinden birini yaşadık. Bunun rastlantı olmadığını ve aslında her iki adayın da savaşlardan ve küresel angajmanlardan bıkkın bir seçmen kitlesine hitap ettiğini hatırlamak gerekiyor. Ancak Trump'ın temsil ettiği ulusalcı popülizmle Biden'ın temsil ettiği enternasyonalist liberalizmin ABD'nin dünya siyaseti için çok farklı sonuçlar doğuracağı aşikar.
Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu dünyada küresel polislik görevini üstlenmekte çekinceli davranan ABD 11 Eylül sonrasında terörle savaş iddiasıyla Afganistan ve Irak'ı işgal etti. Bu işgallerin ABD'yi hala içinden çıkamadığı ulus inşası projelerine mahkum bırakması Amerikan halkının da talip olmadığı bir senaryoydu. Obama gibi sıra dışı bir ismi iktidara taşıyan en önemli faktörlerin başında Amerikan kamuoyunun bu savaşlardan bıkkınlığı olmuştu. Obama döneminde ABD'nin küresel liderlik iddiası sorgulanmakla kalmadı, Amerikan elitleri dünyaya düzen vermenin ülkeye maliyetinin yüksekliğinden ve bunun taşınamaz bir yük olduğundan dem vurmaya başladılar.
Trump gibi ulusalcı popülist bir liderin gerektiğinde liberal dış müdahaleyi gerekli gören Clinton'a karşı seçimi kazanmasında da ABD'nin izolasyonist içgüdülerinin açığa vurulması etkili oldu. Trump'ın buluşu olmayan ve uzun bir geçmişi olan "önce Amerika" sloganı, ABD'nin dünya siyasetinden uzak durması gerektiğini savunan izolasyonist damarın tezahürü ve tekerrürüydü. ABD'nin hemen bütün uluslararası anlaşmaları ve ittifaklarına adeta savaş açan Trump, NATO'dan çekilmeyi bile gündeme getirmişti. Trump'ın Amerikan dış politikasının stratejik önceliklerine ve dünya liderliği iddiasına kafa yormaktansa hiç de apolojetik olmayan bir tavırla dış politikayı "ticari alışveriş" tarzıyla şekillendirmesi Washington elitlerini şoka uğratmıştı. Bu yaklaşımın arkasında Trumpçı kitlelerin dünyaya liderlik etmektense dar ulusal çıkarını önceleyen tavrı vardı.
Amerikan dış politikasında izolasyonizm ile enternasyonalizm arasındaki gidiş-gelişler aslında hiç de yeni değil. Ancak Başkan Trump döneminde izolasyonist tavrın en aşırı versiyonuna şahit olduk. Trump'ın başkanlığı süresince gerek Kuzey Kore gerekse İran'la savaşın eşiğine gelmesine rağmen yeni bir savaş başlatmamış olması olumlu görülebilir. Ancak her iki meselede de kapsamlı bir stratejisinin olmadığı ve bunun gayet de bilinçli olduğu görülüyor. Trump tek taraflı ve pazarlığı en üst perdeden açan "iş adamı" taktiklerini dış politikada da uygulayarak sonuç almaya çalışıyor. ABD gibi küreye yayılmış bir askeri, ekonomik ve siyasi bir gücün dış politikasında hep ikili pazarlıklar üzerinden gitmesi ülkenin küresel liderlik iddiasını zayıflatıyor. Trump'ın tekrar seçilmesi, ABD'nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendi inşa ettiği uluslararası sistemi adeta yüz üstü bırakarak bir ulus devlete dönüşmeye doğru hızla evrilmesi anlamına gelecek.
Trump dünyanın en güçlü devletini yönetirken bu güçte ABD'nin küresel ilişkilerinin ve son derece karmaşık bir uluslararası finansal sistemin büyük payı olduğunu görmeyi reddediyor. Örneğin ABD'nin Apple ve Google gibi trilyon dolarlık uluslararası firmalarının cirolarının ciddi bir kısmını ülke dışında yaptıklarını görmezden geliyor. Trump, ABD'nin Güney Kore, Almanya, Japonya gibi ülkelerdeki askeri varlığının bölgesel stratejik dengeler açısından öneminden ziyade ülkesine maliyetini hesaplıyor. Diplomaside de kişisel ve ikili ilişkiler üzerinden giderek NATO gibi uluslararası ittifakları da adeta bir kambur görüyor. Trump'ın ABD'nin küresel liderlik iddiasından "Biz yaptık oldu çünkü en güçlü biziz" yaklaşımını anladığını söylemek abartı olmayacaktır.
Başkan Trump'ın tekrar seçilmesi, ABD'nin küresel siyasetten epeydir geriye çekilen tavrının perçinlenmesi anlamına gelecek. Biden'ın bunu tersine çevireceğini söylemek de pek mümkün değil zira Amerikan halkının dış politika angajmanlarına ve uluslararası liderliğin maliyetini ödemeye son derece şüpheci yaklaştığını biliyoruz. Ayrıca Biden'ın dış politika vizyonuna bakıldığında enternasyonalist liberal iddianın devam ettiğini ancak bunun altının nasıl doldurulacağının çok da belli olmadığını görüyoruz. Demokrasi ve insan haklarıyla birlikte iklim değişikliği gibi konularda dünyaya liderlik etme sözü veren Biden'ın yeni bir Amerikan hegemonyası vizyonuyla ortaya çıktığını söylemek imkansız. 3 Kasım'da Amerikan halkı ABD'nin küresel liderlik iddiasının devam edip etmeyeceğine karar verecek ancak bu iddianın içinin nasıl doldurulacağı ise belirsiz.