Almanya, ABD, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda'nın Ankara büyükelçileri, geçtiğimiz hafta yayınladıkları ortak bildiride Türkiye'den skandal bir talepte bulundular. 10 büyükelçi, 2017'den beri tutuklu olan Osman Kavala'nın derhal serbest bırakılması için çağrı yaptılar. Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'yi uluslararası toplum nezdinde küçük düşürme, Türkiye'nin iç politikasına müdahale etme ve Türk yargısını etki altına alma amacıyla yapılan bu küstah talebe tereddüt etmeden gereken yanıtı verdi.
Kimsenin Türkiye'ye talimat veremeyeceği uyarısında bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, skandal bildiriye imza atan büyükelçilerin derhal "istenmeyen adam" (persona non grata) ilan edilmesi yönünde talimat verdi. Böylece bir yandan Türkiye'nin popülist siyasete alet edilmesine yönelik ucuz bir siyasi saldırıyı bertaraf etti, diğer yandan ilerleyen süreçte devletin iç siyasetine ve egemenlik haklarına etki edebilecek adımların önüne geçti.
Konunun siyasi yönüne dair analiz yapmadan evvel büyükelçilerin küstah talebinin, öncelikle uluslararası hukuka ve yerleşik diplomatik teamüllere tamamen aykırı olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira 10 büyükelçiyi Türkiye'ye gönderen devletlerin tamamı, 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi'ne bağlı. Bu anlaşmanın 41. maddesinde, sözleşmeye taraf devletlerin yurtdışındaki diplomatik misyonlarının, ev sahibi ülkelerin içişlerine hiçbir şekilde karışmayacakları belirtiliyor. Buna rağmen bahsi geçen ülkelerin büyükelçileri, Türkiye'nin içişlerinin parçası olan Kavala yargılaması ile ilgili kabul edilmesi mümkün olmayan bir talepte bulunarak, esasen sözleşmenin bu maddesine aykırı hareket ettiler. Bunun yanı sıra bir grup diplomatik misyon şefinin kolektif bir siyasi talepte bulundukları hiç görülmediği için bu gelişme, yerleşik diplomatik teamüller açısından da anormal karşılandı.
Büyükelçilerin diplomatik teamülleri hiçe sayan talebine karşı sadece söylem düzeyinde tepki vermekle yetinmeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, yine Viyana Sözleşmesi'nin 9'uncu maddesine dayanarak diplomatik sınırları aşan 10 büyükelçinin derhal istenmeyen adam ilan edilmesi yönünde talimat verdi. Esasen 9'uncu madde, sözleşmeye taraf devletlerin kendi sınırları içerisinde bulunan bir diplomatik misyon şefinin ya da üyesinin, herhangi bir sebep olmadan bile istenmeyen adam olarak kabul edilmesine imkan sağlıyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın büyükelçilerin ülkelerine geri gönderilmelerine yönelik verdiği ilk talimat, uluslararası hukukla tamamen bağdaşıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi ciddiyetini ve bugüne kadar verdiği her kararı tatbik ettiğini iyi bilen büyükelçiler, attıkları adımın uluslararası hukukla bağdaşmadığını ve bu krizi büyütmenin esasen kendileri için zararlı olacağını fark ettiklerinde, mecburen geri adım atmak durumunda kaldılar. Bu minvalde önce Amerikan büyükelçiliği, sosyal medyadan bir açıklama yaptı ve Viyana Sözleşmesi'nin 41'inci maddesine atıf yaparak, uluslararası hukuka bağlı kalacağını ilan etti. Böylece geri adım atan ilk taraf oldu. Amerikan büyükelçiliğinin ardından, diğer büyükelçilikler de geri adım attı ve kriz daha fazla büyümeden sona erdi. Yine de bu kriz göstermiştir ki Batılı ülkeler, kendi siyasi ajandalarını diğer ülkelere dayatabilmek için bizatihi uymakla yükümlü oldukları sözleşmeleri ve esasen kendi inşa ettikleri diplomatik teamülleri bile hiçe sayabiliyorlar.
Öte yandan 2013'teki Gezi Parkı şiddet eylemlerindeki ve 15 Temmuz hain darbe girişimindeki rolü nedeniyle, yargılanmasına devam edilen "yerli Soros" Kavala'nın serbest bırakılması için yapılan bu çağrının ardındaki gerçek niyetleri iyi okumak gerekiyor. Bu bağlamda büyükelçilerin bildirisi, öncelikle Batı olarak adlandırılan geniş siyasi coğrafyanın zihinsel dünyasında önemli bir yer tutan dayatmacı yaklaşımın bir ürünü olarak görülmelidir. Öyle ki bu ülkeler, "dediğimi yap, demediğimi yapma" gibi emri vaki bir yaklaşımla, kabul edilmesi mümkün olmayan bir talepte bulunarak, Türkiye'nin içişlerine müdahale etmeye ve kendi siyasi ajandalarını dikte etmeye çalıştılar. Ayrıca Türkiye'nin güçlenmesini ve her alanda kendi çıkarlarına uygun otonom davranış sergilemesini kabullenmek istemeyen bu zihniyet, adeta talimat verircesine bir talepte bulunarak, Türkiye'nin yargı bağımsızlığına zarar vermeye çalıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kararlı duruşu, bütün bu çabaları daha ilk günden boşa çıkardı.
Büyükelçilerin bildirisiyle ilgili belirtilmesi gereken bir başka husus, Amerikan büyükelçisinin bu süreçteki rolüdür. Her ne kadar açıkça ilan edilmese de kriz boyunca Amerikan büyükelçisi, diğer 9 ülkeyi organize etmiş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "istenmeyen adam" talimatının ardından geri adım atan ilk taraf olmuştur. Daha sonra diğer büyükelçilikler de geri adım atmaya mecbur kalmıştır. Dolayısıyla Amerikan büyükelçisi, bu süreçte açıkça "organizatör" olarak hareket etmiştir. Bunun yanı sıra böylesi bir hamlenin, G-20 Zirvesi ve muhtemel Erdoğan-Biden görüşmesi öncesinde gerçekleşmesi kesinlikle bir rastlantı olamaz. Esasen Türk-Amerikan ilişkilerinin kırılgan olduğu bir dönemde Amerikan büyükelçisinin öncülüğünde bu bildirinin yayınlanması, ikili ilişkilerdeki gerilimi tırmandırmaya ve muhtemel Erdoğan-Biden görüşmesini sabote etmeye yönelik bir girişim olarak görülmelidir.
Sonuçlandırmak gerekirse, 10 büyükelçinin Kavala meselesi üzerinden yol açtıkları diplomatik kriz, diplomasinin kendi sınırları içerisinde bu seferlik fazla büyümeden çözülebildi. Ancak bundan sonra benzer krizlerin tekrarlanmaması için bahsi geçen ülkelerin ve böylesi bir hadsizliğe niyet eden diğer ülkelerin, öncelikle tabii oldukları diplomatik metinleri iyi bilmeleri gerekiyor. Bunun yanında Türk toplumunun hassasiyetlerini, değişen Türkiye'nin yeni siyasi parametrelerini ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın güçlü liderlik kodlarını iyi analiz etmeleri gerekiyor. Aynı şekilde Türkiye'nin eski Türkiye olmadığını ve bugünün Türkiye'sinin dışarıdan verilebilecek talimatlarla yönetilemeyecek kadar güçlü bir ülke olduğunu artık kabullenmeleri gerekiyor.