Lisans öğrencilik yıllarımın son dönemlerinde bir dostuma İstanbul İkitelli taraflarına ramat işlemi için eşlik etmiştim. Henüz ramatın ne olduğunu bilmiyordum. Görünürde iki çuval vardı elimizde, dışardan bakınca çöpten başka bir şey değillerdi, derken ramatçıya vardık. Meğer ramatçı, tabiri caizse "altının çöpleri" ile uğraşan kişiymiş. Elimizdeki iki çuvalı aldı, 1500 derecelik ısıya yaklaşık üç saat maruz bıraktı ve 300 gram has altın çıkardı. Böylece gördük ki hak (altın) ile batılın (çöplerin) ayrışması veya batılın içinde gömülü olan hakkın ortaya çıkması mümkünmüş ama kolay da değilmiş; usta işiymiş, ayrı bir sanatmış!
Bu ramat metaforu, birçok olumsuz etkisi yanında özellikle toplumsal olumsuz etkisi fazla olan dezenformasyon (yalan-yanlış bilgi) söz konusu olduğunda çok daha önemli hal almaktadır.
Dezenformasyon: Yalan-Yanlış Bilgiyi Yaymak ya da Toplumu Çöp(l)e Boğmak
Dezenformasyon, yalan-yanlış bilgiyi yayma işi, böylece bilgiyi çarpıtma sanatı! Bir nevi altını çöpe atma/boğma ya da çöpü altın gibi sunma marifeti! Dolayısıyla dezenformasyonun temelinde yalanı bilerek piyasaya sürme ve yayılması için çabalama var. Bu yönüyle tam bir şeytanlık!
Örneğin 6 Şubat Depremleri sonrasında "İlk gün asker sahaya inmedi" lafları veya "Depremden sonra hasarsız evlerine dönmek isteyen Hataylı depremzedeler nüfus müdürlüklerinden, 'kota doldu' denilerek geri çevriliyor" iddiası da bu şeytanlığın bir parçası. "İstanbul Büyükçekmece'de 11 yaşındaki çocuk, bir Suriyeli tarafından defalarca bıçaklandı" iddiası veya "Afganlar Pendik sahilinde askeri eğitim yaptı" iddiası ya da "DAEŞ'in Türkiye'deki kilit isimlerinin Gaziantep'teki kampı" iddiası da böyle.
Bu tarz fitne, korku veya şiddet kapısını açıp toplumları alt üst eden yalanları (şerleri) yayma işi, siyasi kılıklı bir kişi veya toplumun öncülerinden olup hayr üzere olması gereken ilim postundaki cahiller eliyle ya da kendisine emanet edilmiş makamların gücünü şer niyetiyle kullanan sözde idareciler eliyle mümkün oluyor. Hepsindeki ortak nokta, yalanı-yanlışı yayma imparatoru olma mücadelesi!
Bu nedenledir ki bazen bir göçmen üzerinden yalan üretiliyor, bazen bir kadın meselesi üzerinden yalan dolaşıma sokuluyor, bazen bir başka sosyal olay üzerinden yalan yaygın kılınıyor. Burada bu işlerin içinde olan yalancı için, adeta yalancılık ile meşgul olmak oyuncak işi; çünkü onun işi yalan, onun dünyası yalan ile dolu. Bu durum onda huy olmuştur; huylu huyundan vazgeçmez!
Lokman Hekim'in "oğlum, yalandan sakın; zira yalan serçe eti gibi tatlıdır, ondan az kimseler kurtulabilir" nasihatindeki işaretinde olduğu gibi, yalana müptela olmuşlar vardır! Yalana müptela olan kişilerin ürettikleri de fitne, korku, şiddet, ayrımcılık gibi toplumsal hastalıklardır. Bu hastalıkların anası, nifakın da anası olan yalandır!
Dezenformasyon ile Mücadele Etmede Kilit Aktörler: Hocalar
O halde yalanla yani dezenformasyon ile yani şeytan(lık)la toplum olarak mücadele etmek nasıl mümkün olacaktır?
Öncelikle eğri (batıl) ile doğruyu (hakkı) ayırt edebilmek gerekir; eğriyi de doğruyu da tanımak elzemdir. Bir bilgiyi/haberi/görseli/görüntüyü ortaya atanın melek mi şeytan mı olduğunu veya insan mı ifritin uzantısı mı olduğunu anlamak icap eder. Bunun için de araştırma yapma lüzumu doğar, çünkü aklı devre dışı bırakmak, akıl işi değildir! Bu da yetmez; doğru olanın tespitinden sonra doğru olanı yaymak lazım gelir. Bu ise, tek başına değil de birlikte hareket etmeyi doğurur. Bu da ancak şuurlu birliktelikler ile mümkün.
Bunların hepsi de ancak ve ancak hocalar (âlimler / akademisyenler / münevverler / aydınlar / imamlar / öğretmenler) eliyle/yardımıyla olabilir. Bu gerçeğin ifadesi olarak rahmetli Sabahattin Zaim bir meselede halka kızanlara karşı "suç halkta değil, biz âlimlerde" derdi. Bu nedenle yalanla (dezenformasyonla) mücadelede esas aktör, hocalardır; hocalarda sorun yoksa, mücadele kazanılır, aksi halde mücadele etmeye güç yetmez! Çünkü yalancıların (batıl) da doğru olanların (hak) da "akıl hocaları" olmuştur, olur her daim.
Meseleyi daha iyi kavrayabilme adına bazı örneklere bakmak yerinde olacaktır. İmam Gazâlî'nin naklettiğine göre, geçmiş dönem âlimlerinden biri, bir kitap kaleme almak istiyor. Bu esnadaki araştırmasında bir kaynakta bir konu ile karşılaşıyor. O kaynaktaki bilgiyi yazacak olsa, kitabını güzelce süslemiş olacağını söylüyor, fakat o bilginin yalan olduğunu fark edince yalancı olmamak için o bilgiyi terke (yazmamaya) karar veriyor.
Yakın döneme gelecek olursak, asistanlık dönemlerimde Sabahattin Zaim'in de dinleyici olduğu bir konferansta idim. Eski bakanlardan biri, konuşmacı idi. Konuşması, kendisinin kimsesiz çocuklara/gençlere yönelik bizzat yürütmekte olduğu bir uygulamanın anlatımı şeklindeydi. Aşkla anlatıp konuşma bitince, sorular ve cevaplardan sonra tam salon dağılacakken, Sabahattin Zaim salonun çoğunluğunu teşkil eden akademisyenlere yönelerek seslendi ve "olacaksanız böyle olun; konuştuğunu yapıyor, yaptığını konuşuyor" deyiverdi. Aslında Zaim Hoca, açıkça oradakilere "yalancı olmayın" demiş oluyordu; siz hocalar yalancı olmazsanız, yalancılar (dezenformasyon yapanlar) ile mücadele edersiniz, mücadele etmede sözünüz (uyarınız) tesir eder demiş oluyordu.
Yine yalancı olmamak ve böylece yalancılıktan kaynaklı yalancı/lık hallerini yaymamak adına, 28 Şubat sonrasında gündeme alınan merkezi hutbelerden biri kendisine ulaşınca (Bursa'da) imam (hoca) efendi, hafta boyunca bağda-bahçede fidan işiyle meşgul oluyor, çünkü hutbenin konusu ağaç haftası ile ilgilidir. Cuma günü gelip de minbere çıkınca, gelen merkezi hutbedeki ayeti ve hadis-i şerifi zikrettikten sonra hafta boyunca yapmış olduğu fidan işlerini cemaate anlatıyor. Cemaat de hiçbir uyuklama belirtisi göstermeden, pür dikkat, aşkla imamı dinliyor; etkileniyor.
Özetle; yalan üzere olmayan yani "içi ile dışı" ve "sözü ile işi" bir olan insanlara güzel insan ve bu güzel insanlardan oluşan topluma güzel toplum denir. Güzel insanların ve dolayısıyla güzel toplumun oluşmasında güzel hocaların olması şarttır ki böylece kötülerin dezenformasyon şeytanlıkları ile hakkıyla mücadele edilebilsin. Güzel hocalara selam olsun!