Irak ve Suriye'de yaşanan gelişmelere kayıtsız kalan batılı güçler, kendi vatandaşlarının gittikçe artan bir oranda savaşçı olarak IŞİD'e katılmaya başlamasının yanı sıra Erbil'in de tehdit edilmesi ile IŞİD'i doğrudan hedef alan bir süreci başlatmakta gecikmediler. IŞİD'in Kuzey Irak'a yönelik ilerleyişini durdurmaya yönelik hava müdahalesiyle birlikte, örgüte karşı bir uluslararası koalisyon oluşturulması için de çalışılmaya başlandı. ABD tarafından Türkiye'nin de bu koalisyonun aktif üyesi olması için Ankara'ya diplomatik baskı yapıldı. Süreç Batı medyasında Türkiye'yi IŞİD ile irtibatlı gösteren bir kara-propagandaya kadar tırmandırılmış durumda. Türkiye ise taktik adımlar ve retorik ile bu baskıyı kırmaya çalışıyor. Batı ile ilişkiler açısından maliyetli de olsa, 2003'te Irak'ın işgal sürecinde olduğu gibi Türkiye, kaos ve şiddetin sebeplerinden ziyade sonucuna odaklanmış, net siyasi amaç ortaya koyamayan ve uygulama bulduğu bir kaç günlük süre itibariyle IŞİD dışında diğer Suriyeli muhalif güçleri de hedeflemesi ile niyetini sorgulatan bu koalisyonun dışında kalmaya devam etmelidir.
ABD Başkanı Barack Obama'nın Irak ve Suiye'de IŞİD hedeflerinin yoğun bir şekilde bombalanması, karadaki dost muharip güçlerin desteklenmesi, ekonomik olarak IŞİD'in izole edilmesi ve insani yardımlara dayanan dört aşamalı stratejisi ile; belli başlı bölge ülkeleri ile birlikte Bağdat Hükûmeti, KBY, Sünni Arap Aşiretleri (Sahvalar) ve Suriyeli muhaliflerden bir koalisyon oluşturarak, IŞİD'i Irak ve Suriye'de önce durdurmak, ardından çevrelemek, sonra geriletmek ve nihayetinde yok etmek istenilmektedir. Ancak bu dört aşamalı strateji bünyesinde ciddi zaaflar barındırmaktadır.
İlk olarak Obama'nın hiçbir ABD askeri karaya ayak basmayacak taahhüttü koalisyonun sonuç alması için yerel askeri güçlere bağlı kalacağını göstermektedir. Oysa IŞİD ile mücadelenin mihenk taşı olan Sünni Arap aşiretlerinin koalisyon içine alınabilmesi çok zor görünmektedir. 2007 sonrasında el-Kaide'ye karşı mücadelede Sahvaların oluşturulmasında yaşanan ve Arap aşiretlerinin ihanete uğradıklarını düşündükleri sürecin geride bıraktığı deneyim ortadadır. Ayrıca Sahva stratejisinin ABD Ordusu'ndan 130 binden fazla muharip kara gücü ile desteklendiği ölçüde ancak başarılı olabildiği unutmamalıdır.
Suriyeli muhalifler ve PYD unsurları IŞİD'e karşı oluşturulacak koalisyon içine alınmak istenmektedir. Ancak bu grupların da ABD ile ne kadar eşgüdümlü çalışabileceği ya da etkili bir koalisyon oluşturup oluşturamayacağı önemli bir soru işaretidir. Yine PYD'nin Esed rejimi ile olan ilişkileri ve geçmişte muhalifler ile çatışmış olması, oluşturulacak bir koalisyonun önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Irak ve Suriye'de Sünnileri siyasi sisteme entegre edecek süreçlerin hala oluşturulmadığı bir dönemde IŞİD ve onun yanı sıra ABD için tehdit olarak görülen Nusra ve Ahrar'u Şam gibi örgütlerin de vurulmaya başlanması bu ülkelerdeki Sünnilerin kendilerinin hedeflendiği algısını tahkim etmektedir.
Bu anlamda koalisyon saldırıları ve sivil kayıplar IŞİD'i ideolojik anlamda beslemekte, Irak Sünnilerinin desteğini artırmakta ve Suriye'de çatışma içerisinde olduğu Esed karşıtı diğer örgütler ile yakınlaşmasına sebebiyet vermektedir.
Aslında mesele zaten IŞİD'in askeri açından geriletilmesi ve yok edilmesi ile irtibatlı değildir. Afganistan işgalinden Irak'a, Yemen'den Somali'ye kadar ABD liderliğinde oluşturulmuş koalisyonun Müslüman ülkeleri bombalaması neticesinde radikal örgütler bir tsunami etkisi ile bu ülkelerde tekrardan tezahür etmiş ve kök salmışlardır. Türkiye'nin şimdiye kadar dillendirdiği şekilde, IŞİD'in geriletilmesi ve etkisizleştirilmesinin yegâne belirleyicisi, ona karşı oluşturulacak uluslararası bir koalisyondan ziyade, onu var eden yerel dinamiklerin ortadan kaldırılmasıdır. Son tahlilde Türkiye içinde birçok başka hesabın olduğu bir koalisyonun parçası olup, ilerde oluşacak faturaya ortak olacağına, bölgeye yönelik gerçekçi tahlilleri üzerine inşa ettiği pozisyonu korumalıdır.