"Altılı Masa" muhalefeti adlandırma konusunda artık yetersiz kalıyor. Zira HDP artık aleni bir birliktelik istiyor. Dahası farklı siyasi hareket ve grupları da içine alacak yeni bir ortak payda arayışı dikkat çekiyor. Böylece daha geniş toplumsal kesimleri de mobilize edebilecek ve masadan rahatsız olan muhaliflerin içini rahatlatacak yeniden adlandırma arayışı olduğu anlaşılmaktadır. Zaten "Millet İttifakı"nın sağ politik tınısı geçen seçimlerde de aşırı solu ve HDP'yi rahatsız etmişti. Üstüne bir de seçim tarihi olarak CHP'nin en travmatik hikayesi olan "14 Mayıs" ve siyasal hafızadaki "Yeter Söz Milletindir" sloganı geldi.
Bir zamandır ısıtılan "Sol, Liberalizm ve İslamcılık" karışımının halen kıvam almadığı anlaşılıyor ki karşıtı üzerinden yeni adlandırmalar yapılıyor. Değişimci olduğunu iddia eden ama "küresel anlamda kültürleşmiş" olmanın ötesinde bir "ilericilik" marifetine de sahip olmayan masa ve ortakları karşıtını da Türk sağının üç hali olarak tanımlamaktadır. Karşı cephe üzerinden kendini adlandırmanın kestirme yolunu arayanlar "Milliyetçi ve Muhafazakar" olmadıklarını hatta her daim solcu olduklarını deklare etmekten çekinmiyorlar.
Gerçekte Müslümanların solculuğu kabullenmeleri bir nevi "yaralı bilinç" halidir. Zira aşırı laikçilerin baskıları altında dinlerini yaşayamayan Müslümanlar, politik sistemi rehabilite ederek nefes almanın peşindeyken içlerinden bazıları ezilmişliğin zihin dünyasında takılıp kaldılar. Onlara göre Müslümanları iktidar bozdu, muhalefette temiz bir halde kalmak varken muktedir olmak kirletti. Oysa Müslümanlar için iktidar hiçbir zaman zafer değildi daha ziyade seferdi, yani amaç değil vesileydi. Fakat ahali onlara meylederse muktedir olmaktan imtina edecek de değillerdi. Sol siyaset ise muktedirken bile muhalif olmayı marifet saymaktaydı. Dahası Müslümanların muhalefetteki siyasetinden mülhem onları da kendileri gibi zannetmişlerdi. Öyle olmadıklarını görünce hayal kırıklıkları Liberallerden daha büyük oldu. Ama asıl sorunlu olan bazı kültürlenmiş İslamcıların da solun kendilerini tanımlama biçimini içselleştirmiş olmasıydı. Nitekim bugün Ak Parti'nin fabrika ayarlarına dönmesinden bahsederek hayal kırıklığı içinde olanlar öncelikle nasıl bir zihinsel kırılma yaşadıklarının farkında değil gibiler.
Diğer taraftan Ak Parti'nin fabrika ayarları denilen aslında neoliberal politikaların daha insaflı halinin çağının geçtiğini fark edememiş olmaları anlaşılır değildir. Bir kısmı kaybettikleri iktidarın öfkesiyle hareket etse de genel olarak fabrika ayarlarına dönüş peşinde olan İslamcı ve Liberaller asıl olarak 2008 ekonomik krizi ve pandemiyle birlikte gelen dünya siyasetinin yapısal değişiminin farkında değiller. Erdoğan siyasetinin en büyük marifeti ise değişiminin kokusunu henüz yayılmadan almasıdır. Özellikle muhafazakâr siyasetin "tecrübe ve deneyimden" beslenen fakat yüzeysel bakanlar tarafından "pragmatik ve popülist" görünen bu hali maalesef "küresel modernist kültürle" uygarlaşmış "akılların" anlayabileceği bir durum değildir.
Son on yılda siyaset hız kazandı. İki saatte karar verilmesi gereken olağanüstü durumlar olağan hale geldi. Nitekim rasyonellik derecesi yüksek olsa da yavaş karar alan parlamenter sistemden vazgeçmemiz Türkiye'yi ekonomik kriz ve pandemiye rağmen ayakta tuttu. Fakat kapitalist sistemin üç temel sacayağı olan devlet, toplum ve piyasa arasında yeni bir kadastro ve yerleşme planı oluşturuldu. Neoliberal siyasetin devleti küçülten, yeniden yapılandıran ve zayıflatan stratejilerine karşı devletin küresel kriz dalgalarına karşı tahkim edildiği, egemenlik ve sınırların yeniden anlam kazandığı bir dünya kuruldu. Ekonominin siyasetten özerk alanlar oluşturarak devleti ve toplumu biçimlendirmeye çalışmasını özgürlük olarak pazarlayan anlayışa karşı devletin bağımsızlığını özgürlük için vazgeçilmez gören yeni bir konsept oluştu. Devletin ve milletin bağımsızlığın garantisini de teknolojik hamlelerde gören Erdoğan siyaseti ümidini teknofest kuşağına bağlamış durumdadır. Bir nevi muhafazakar devrimcilik gibi geçmişe değil geleceğe dönük, kaderi aşma gayretinin bile küresel ekonominin çarklarına feda edilebileceğinin sinyallerini, kırgın ve kızgın Liberallerde görmek anlaşılmaz olmasa gerek. Siyaseti mümkün kılan virtu/gayret, başarılı kılan ise fortuna/nasiptir.
Teknolojik ve ekonomik hamleler Erdoğan siyasetinin gayretidir. Ahaliyle kurduğu halen çoğu kimsenin çözemediği bağlar ise nasibidir. Gerçekten de neoliberal dönemin topluma devredilen bir nevi kendi kendine bakma görevini kriz anlarında devlet yeniden üstlenmiştir. Bazıları refah devletinin geri gelişinden bahsetse de devletin toplumsal krizleri aşmada yeniden inisiyatif alması artık kaçınılmazdır. Nitekim Erdoğan siyaseti de gerek TOKİ bağlamında girdiği konut piyasasıyla gerek sabit gelirlilere sağlanan telafi mekanizmalarıyla, dahası pandemi karşısında aşı dahil yaptığı karşılıksız yardımlarla toplumu ayakta tutmaya çalışmaktadır. Daha önce razı olmadığı EYT'ye sadece seçim yatırımı olarak bakanlar dünya siyasetindeki yapısal dönüşüme paralel olarak değişen politik tarzı göz ardı etmektedir. Yeni politika devletin toplumu ayakta tutma politikasıdır, toplumun kendi kendine yardım etmesi artık krizleri aşamamaktadır.
Genelde Ak Parti'nin otoriterleşme eğiliminden bahsedenler dünya siyasetindeki bu değişimi anlayamamış ama kendilerini büyük değişimci olarak gören solcular, küreselciler ve kendilerini solcu zanneden İslamcılardır. Oysa dünya siyasetinin değişimini asıl yakalayan Erdoğan siyasetidir. Milliyetçi siyasetle yollarının çakışması ise bazılarının zannettiği gibi bir iç içe geçiş değil işbirliğidir. Doğrusu küresel kriz dalgaları Rusya-Ukrayna savaşı gibi durmaksızın devam edecekse Türkiye siyasetinin en büyük şansı ülkenin bekası için muarızlarından vazgeçen Milliyetçi ve Muhafazakar politik liderlerdir. Alternatifinin tek önerisi ise Türkiye'nin iddialarından "uygarca" vazgeçmesidir. Ahaliye güçlendirilmiş parlamenter sistemin "rasyonel siyaseti" olarak pazarlanan aslında korkularla beslenen self oryantalist bir yaralı bilinç halidir.
Muhalefet ısrarla "otoriterlik altında ezilen" halkı kurtaracak bir demokratik değişimden dem vurmaktadır. Demokratik değişim dediği gerçekte doksanların neoliberal politikalarına dönüştür. Bir nevi değişimi kabullenmeyen aslında muhafazakar olan bu muhalif tavır konforunu kaybedenler tarafından solculuk olarak pazarlanmaktadır. "İkinci Cumhuriyetçilik" olarak sloganlaştırılan muhalif siyaset aslında iddiasından da anlaşılacağı gibi sadece bir ihya peşindedir, yenilikçi ve inovatif değildir. Öfkeli, kırgın, kızgın, tepkisel ve dekadansçıdır. Neyi nasıl yapacağına dair bir perspektif sahibi değildir. En inovatif alan olan ekonomide bile önerileri neoliberal ekonomik egemenliğin parametrelerine bağlıdır. Teknolojik alanda ise teslimiyeti çoktan kabullenmiş, küresel sisteme sorun olmayacakları garantisi vermeye çalışıyor gibiler.
Gerçekten kim değişimi iyi anlamış kim geride kalmış, belki biraz olsun aydınlanmıştır. Muhalefetin kendini solda değişimci, iktidarı sağda gerici olarak adlandırma gayreti aslında siyasi nasipsizliği yeni bir konumlandırma ile örtme gayretidir. Dahası değişimciliğin kriz anlarında siyasi prim yapması da teoride durduğu gibi anlamlı olmayabilir. Ahali işini kaybetmemeyi, sağlığını korumayı, çocuğunun kendinden daha iyi bir konuma sahip olmasını, güvenli ve huzurlu bir toplumda yaşamayı, bağımsızlığını ve bütün bunları mümkün kılacak devletin güçlü olmasını değişime tercih edebilir.
Geçmişte ahalinin halinden anlamayanlar onlar için en iyisini kendilerinin bildiğini düşünüyordu. Şimdilerde ise ahalinin kendilerini bir türlü anlamadığını düşünenler onları ahlaki zafiyetle suçlayabiliyor. İkisi de elitist olan ve ülkenin otoriterleştiğine inanan bu tavrın günümüz siyasetinde karşılığı güçlü değildir. Oysa otoriterlik muktedirlerin siyasi alana kendilerinden olmayanı sokmamasıdır. Büyük şehirlerdeki iktidarını sandıkta kaybetmiş olanların siyasi alana kimseyi sokmadığını söylemek sadece bir söylemdir. Nitekim bu söylem öylesine güçlüdür ki Davos'ta kendisine "Türkiye'de seçimler yapılıyor mu?" diye soru soranları "Türkler halen deveye biniyorlar mı?" sorusu gibi saçma bile bulamayan bir muhalif zihne sahibiz. Nitekim ister liberal, ister sosyalist isterse İslamcı olsun gençlere hitap ettiğini düşünen ve kendini değişimci olarak kodlayan elitist söylemler, halka hitap edememektedir. Ahali halden anlamaktadır.