Cumhurbaşkanı Erdoğan "fikrî iktidarımızı hâlâ tesis edemedik" diyerek çok sayıda üniversite açılmasına rağmen kalite bakımından arzu edilen noktada olunmadığını YÖK ile üniversitelere sorumluluklar düştüğünü hatırlattı.
Osmanlı-Türk modernleşme tarihi, fikri iktidarın "güç temerküzü" ve "bilgi ve fikir üretebilme" kapasitesi olmak üzere iki yüzü olduğunu gösterir. 19. ve 20. yüzyılda Batı eksenli medeniyet ve tarih okumasının dünyaya hakim olması, üretilen düşüncenin sorunları çözebilme ve hakikati ifade gücüyle alakalı değildi. Büyük ölçüde Batı hegemonik gücünün doğrudan kaba güç kullanımı ve kültürel sömürgecilik faaliyetleriyle alakalı idi. Halihazırda Türkiye, "istiklali" için çeşitlenen uluslararası çoğulcu güçler karşısında bir yandan güç temerküz ederken diğer yandan da bilgi ve düşünce üretme kapasitesini hızlıca geliştirilebilmek durumundadır.
Konunun sebepler bahsinde bazı zayıf noktalar sayılabilir:
· Meselenin bütüncül ele alındığında Milli Eğitim Bakanlığının özellikle lise düzeyinde analitik düşünme becerisine yönelik kaliteye yönelik yatırımlarının yetersizliği; bu konuda öğretmen ve okul ortamının kalitesini arttırmaya yönelik gayretlerinin yetersizliği.
· Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi YÖK ve üniversitelerin kalite ve kapasite geliştirmede liderlik noktasında zayıf kalması.
· Lider kadroların düşünsel iktidar olmaya yeterince önem vermemesi.
· Kamu kurumlarının ve yerel yönetimlerin "düşünce üretimini" sağlayacak vasat, ortam ve eko-sistem oluşturmada zayıf kalması.
· Veya yine belli üniversite ve kurumların hala darbeci dönemlerin "arkaik ideolojik" yaklaşımlarının kaleleri olarak kaldığı ve bunu ispat olarak da kadro düzeyinde Türk toplumunu yansıtan çeşitlenmenin hala olmaması. Bunun da AK Parti'nin otoriter ve totaliterliği iddiaları üzerinden güzelce perdelenmesi ayrı bir trajedidir. Bu sebepler çoğaltılabilir. Ama ne yapılması gerektiği konusuna odaklaşmak daha faydalıdır.
Fikri iktidar, yani toplumuna liderlik yapabilecek ve küresel ölçekte etki oluşturabilecek seviyede düşünce üretebilme kapasitesi meselesi öncelikle elit eğitimidir. Bilgi elitlerini çıkaramayan bir toplumun düşünce üretebileceği iddiası "demokratik bir safsatadır". Bu ise iki unsura dayanır. Tarihsel ve evrensel birikimin devralınmasını ve akli ve ahlaki yetkinlik düzeyleri evrensel ölçekteki bireylerin yetiştirilebilmesi.
Sonuncusundan başlayacak olursak, birikime de bağlı olarak, düşünce üretimi birey ölçeğinde analiz, mukayeseli düşünme, eleştiri, sentez ve sistem geliştirilebilecek şekilde ilişki kurabilme gibi akli becerilerin yetkin kullanımını gerekli kılar. Ayrıca ahlaki yetkinlik gerektirir. Bu da yaptığı işin bir rol paylaşımı olduğu bilinciyle kendisini toplumdan üstün görmemektir. Diğer bir ifadeyle "aklın kibir ve narsistliğine" kendini kaptırmamaktır. Aydınlanmacı pozitivist üniversite ve bürokrasi geleneğinden gelen Türkiye için bu durum hayati öneme sahiptir. Bu bağlamda "aydınlatıcı", "özgün", "gerçek Kur'ancı" vb. gibi dayatıcı yaklaşımlar sıhhat değil patoloji işaretidir. Doğal ahlak erdemlerinin gelişimine ek olarak farklı düşüncelere saygı, dürüstlük, empati ve ekip olarak çalışabilme yetkinlikleri önemlidir. Zannedilenin aksine Türkiye, akli yetkinliklerden ziyade düşünür ölçeğinde ahlaki yetkinliklerin yoksunluğundan mustariptir.
Fikri istiklalin ikinci unsuru, tarihsel ve halihazırdaki evrensel birikimi bilgi kurumlarına ve entelektüellere aktarabilmektir. Tarihsel birikimi aktarmada, klasik İslam düşünce disiplinlerimiz olan İslam Felsefesi, Kelam, Tasavvuf ve Fıkıh usulüne dair çalışmalar önemli olduğu gibi çağdaş dönemde ortaya çıkan psikoloji, sosyoloji, siyasal bilimler ve iktisat gibi sosyal bilimler ve tarih felsefesi, yorum bilim, bilim felsefesi gibi disiplinler de önemlidir. Pozitif bilimlerdeki gelişmelerin sonuçlarını takip etmek güncel kalabilmek ve geleceği tasarlayabilmek açısından önemlidir. Her iki noktadan üniversite ve ilgili yerlerde kurumsal kapasitenin geliştirilmesinin önemi aşikardır.
Müslümanlar düşünce üretiminde yöntem hataları yapılabilmektedir. Mesele tarihsel sürekliliğimizde oluşan bilgi ve çözümlerin aynen aktarımı değildir. Bunu aşan bir şekilde tarihini ve coğrafyasını anlayan, buna ve zamanın gerekleriyle uyumlu düşünce ve çözüm üretebilmektir. Geçmiş çözümleri slogan olarak tekrar etmekle fikren yükselme olmaz ancak konforlu alanlar yaratılır. Doğru yaklaşım şudur:
Bugün Hz. Ömer, Hasan Basri, Maverdi, Ebu Hanife, Farabi, İbn Rüşd, Kınalızade vb. olsaydı nasıl bir çözümleme yapar ve ne söylerdi?