Bu hafta ülkenin en önemli gündem maddesi İstanbul başta olmak üzere ülkede etkisini gösteren yoğun kar yağışı ve bunun neden olduğu yönetim sorunlarıydı. Ana arterler de dahil yolların tamamıyla kapanması ve belediye hizmetlerinin aksaması İstanbulluların büyük tepkisine neden oldu. Bu tepkileri katmerlendiren ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun yaşanan krizi yönetmek yerine bu esnada bir büyükelçiyle lüks bir restoranda akşam yemeği yemesi oldu. Önce kamuoyundan gizlenen ve reddedilen bu bilginin daha sonra açığa çıkmasıyla İmamoğlu yönetimine yönelik tepkiler, ülkedeki siyasi ayrışmaları da aşarak geniş bir kitleye yayıldı. Yaşanan bu kriz ülkede uzunca bir süredir tartışılagelen yürütmenin güçlenmesi tartışmasını yeniden gündeme getirdi.
Ülke siyaseti başkanlık tartışmaları başladığından itibaren güçlü yürütme ihtiyacını savunanlar ile buna farklı argümanlarla karşı çıkanlar arasındaki kamplaşma tarafından belirleniyor. AK Parti ve MHP Türkiye'nin güçlü ve etkin bir yürütmeyle yoluna devam etmesi gerektiğini öne sürerken, Millet İttifakı'nı oluşturan muhalefet partileri ise ülkenin yasamayı ve siyaset-dışı aktörleri güçlendiren "güçlendirilmiş" parlamenter sisteme geçmesi gerektiği tezini gündemde tutuyor.
Her ne kadar muhalefet kırılgan olmakla beraber bir bütünlük sunsa da güçlü bir yürütme öngören başkanlık sistemine yönelik itirazlar tek bir kanaldan beslenmiyor. İtirazları üç başlık altında toplamak mümkün.
Güçlü Yürütmeye İtirazlar
Kemalist siyaseti benimseyen toplumsal kesimler ve siyasi aktörlerin temel itirazı başkanlık sisteminin bir karşı-devrim niteliği taşıyor olması. Karşı-devrimden kasıt, tek-parti iktidarının ilk yıllarında (1924-1930 arası) gerçekleştirilen Kemalist reformların başkanlık sistemiyle daha da zayıflayacağı. Hatırlanacağı üzere bu devrimlerin iki sacayağı bulunuyor. Bunlardan biri, monarşiye karşı halk egemenliğinin kabul edilmiş olması, diğeri ise laikliğin ülkenin yeni siyasi meşruiyet çerçevesi haline gelmesi.
Bu itirazları geçersiz kılan ise bir yandan başkanlık sisteminin halk egemenliğini bürokratik oligarşiye ve siyaset-dışı diğer iktidar odaklarına karşı daha da güçlendirmiş olması. Diğer yandan ise laikliğin, elbette farklı dini ve ideolojik görüşlere saygılı pozitif ya da liberal varyantı göz önüne alındığında, ülkede daha da yerleşiklik kazanmış olması. Ülkede dini ve ideolojik özgürlük ortamı hiç olmadığı kadar genişlemiş durumda. Bu gerçekler göz önüne alındığında halk egemenliğini bürokratik oligarşinin liderliğine ve vesayetine, laikliği de Batıcılığa endeksleyen Kemalist aktörlerin iddiaları havada kalıyor.
Bir diğer itiraz cephesi ise liberal cenah. Liberaller güçlü bir yürütmeye yaslanan başkanlık sisteminin demokrasiye zarar vereceğini iddia ediyor. Bu liberal itirazlar demokrasiyi bir sürece indirgeyerek, demokrasinin diğer boyutu olan halk egemenliğini hafife almakta. Liberaller açısından demokrasi ilanihaye süren bir müzakere sürecinden ve toplumun bireylere parçalanmasından ibaret. Demokrasi açısından bir siyasi irade üretecek olan karar almanın önemi ve halkın kolektif bir yapı arz ettiği gerçeği göz ardı ediliyor. Bu durumda karşımıza çıkan manzara toplumun çözülmesi ve siyasetin siyasetsizleştirilmesidir. Liberallerin ortaya koyduğu halksız bir "insan" demokrasisinin devletlere ayrılmış küresel düzende hayatta kalma şansı maalesef bulunmuyor.
Karar almayı önemsemek ve halkı kolektif bir yapı olarak alıp siyasi özneye dönüştürerek siyasetin merkezine koymak kamusal alanın çoğulculuktan arındırılması ve daraltılması anlamına gelmiyor. Başkanlık sistemine geçilmesiyle kamusal alanın tektipleşmesi ve daralması söz konusu olmadı. Kamusal alan canlılığını ve çeşitliliğini koruyor. Ülke belki de hiç olmadığı kadar olumlu anlamda siyasileşmiş durumda. Her gün yeni bir mesele üzerinden yeni bir siyasi tartışmanın startı veriliyor. Taraflar argümanlarını ortaya koyuyor ve bu, siyasi denklemi taraflardan birinin lehine olacak şekilde etkiliyor. Bir tartışmada kaybeden bir sonrakinde kazanarak siyaset işlevini yerine getirmiş oluyor. Ülkede iktidar ilişkileri sürekli olarak bir müzakere halinde. Bu da ülkede demokratik rejimin işlediğini gösteriyor.
Elbette kamusal alanda demokratik tartışmayı benimsemekten aciz olan aktörlerin dışlanması da söz konusu. Ancak demokratik teamüllere uymayan aktörlerin dışlanması iddia edilenin aksine demokrasiye zarar verip ülkeyi otoriterleştirmekten ziyade, ülkede demokratik rejimin korunması ve siyasetin açıklığının devamına hizmet ediyor. Örneğin, terörle açıktan ilişkili ve demokratik tartışma ortamının asgari saygı ilkelerini çiğneyenler hukuki yaptırımlar da dahil olmak üzere çeşitli yaptırımlarla karşı karşıya kalıyor. Bu yaptırımlar işleyen demokratik bir rejimin kendisini koruması ve varlığını sürdürmesi için olmazsa olmazdır.
Güçlü yürütmeye ve başkanlık sistemine yönelik üçüncü ve son itiraz sosyalist cenahtan geliyor. Sosyalistlerin yeni hükümet sistemine yönelik iki itirazı var. Bunlardan ilki ekonomi odaklı. Buna göre, başkanlık sisteminin halkın çıkarına olmadığı, dar bir elit grubunun çıkarlarına hizmet ettiği ileri sürülüyor. Bunun da vardığı noktanın ülkede ekonomik eşitsizliklerin artması ve sosyal hakların gerilemesi olduğu iddia ediliyor. Ülkede ekonomik eşitlik sorununun varlığı reddedilemez. Ancak bunun ana müsebbibi başkanlık sisteminden ziyade küresel ve yerel boyutlarıyla kapitalist piyasa ekonomisi denilen mekanizma. İddiaların aksine güçlü bir yürütme öngören ve siyaset kurumunu güçlendiren başkanlık sistemi ilkesel olarak kapitalist mekanizma karşısında halkı koruyan bir işlev görüyor. Devlet ve siyaset güçlü olmadan özünde eşitsizlik üretmek olan kapitalist piyasa ekonomisiyle mücadele etmek nasıl mümkün olacak? Solun bu soruya maalesef bir cevabı bulunmuyor. Cevabı olmayan bir başka soru ise, ülkeyi dar bir elit kesime teslim ettiği iddia edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ciddi ekonomik sorunlara rağmen geniş halk desteğini halen arkasında buluyor olması.
Solun diğer itiraz noktası ise siyasi-kültürel alanda baş gösteriyor. Başkanlık sisteminin ülkede aydınlanma ve laiklik karşıtı bir kültürel atmosfer yarattığı ve bunun da din ve milliyetçiliğe dayalı boğucu faşist bir rejim ürettiği ileri sürülüyor. Bu itiraz, solun tarihi çelişkisini gözler önüne sermekten başka bir işe yaramıyor. Halkın gerçek temsilcisi olduğunu söyleyen sosyalistler ya da daha açık bir ifadeyle orta sınıfı oluşturan entelektüel ve bürokratik aktörlerin bu eleştiriyle, halkın sahip olduğu değerlere ne denli yabancı olduğunu görüyoruz. Bu, "halk iradesi siyasete hâkim olsun ama halk kendi değerlerini terk etsin, bizim inandıklarımıza inansın" demekten başka bir şey değil. Aynen ekonomi argümanında olduğu gibi kültürel argüman da başkanlık sistemine halk adına karşı koyma iddiasında olan sosyalist aktörlerin iddialarını boşa çıkarıyor. Buradan da anlaşılan, siyaset kurumunun güçlendirilmesinin halkın aleyhine eşitsizlik üreten piyasa ekonomisiyle mücadelede olduğu kadar kültürel alanda eşitsizlik üreten aydın despotizmine karşı da adeta bir güvenlik subabı olmasıdır.
Neden Güçlü Yürütme Gerekli?
Neden güçlü bir yürütmeye ihtiyacımız olduğu meselesini biraz daha açmak gerek. Öncelikle, Türkiye siyasetinin en belirleyici unsurlarından bir tanesi geleneksel olarak güçlü bürokratik bir yapıya sahip olması. Tanzimat'tan (1839) günümüze çok kısa aralıklarla kesintiye uğramış olsa da ülke yönetiminde bürokrasi en etkin aktör oldu. İcracı konumunda bulunması gereken bürokrasi, siyaset kurumunun zayıf olması ya da zayıf bırakılmasıyla karar alıcı pozisyonunu işgal etti. Bunun demokrasi açısından ne denli sakıncalı bir durum olduğunu söylemeye gerek yok. Askeri ve sivil (yargı) bürokrasinin iradesinin halkın iradesine baskın gelmesi halkın taleplerinin göz ardı edilmesine yol açtı. Bu durum siyasi ve kültürel özgürlükler açısından baskıcı bir rejim ortaya çıkarırken, ekonomi açısından ise dar bir azınlığın ülke kaynaklarını kendi çıkarı için kullandığı yozlaşmış bir yapı üretti. Dolayısıyla, güçlü bürokratik yapının halk egemenliği üzerinde gölge etmemesi için siyaset kurumunun güçlü olması ve bunun için de güçlü bir yürütmenin siyasi sistemde yer alması gerekiyor.
İkinci gerekçe ise zayıf ve parçalanmış parlamentonun istikrarsızlaştırıcı etkisine karşı güçlü yürütmeye duyulan ihtiyaçtır. Her ne kadar ülkede parlamenter sistemin var olduğu dönemlerde güçlü tek-parti hükümetleri ortaya çıksa da bunlar kalıcı olamadılar. 1950-60 döneminde Demokrat Parti iktidarı askeri darbeyle alaşağı edildi. 1965-69 arasında Adalet Partisi ülkeye istikrar getirdi ancak hem kendi iç sorunlarından (liderinin yüzünü askeri bürokrasiye çevirmesi) hem de ülke ve dünyadaki genel sorunlar nedeniyle bu statüsünü kaybetti. 1970-80 arası ülke en çalkantılı ve istikrarsız siyasi dönemlerinden birisini yaşadı. 1983-89 arası ANAP ülkeye istikrar getirdi ancak kısmen Adalet Partisi'ne benzer nedenlerle kalıcı olamadı. 1990-2002 arası dönemde yine ülke koalisyon hükümetlerine ve istikrarsızlığa mahkûm oldu. AK Partili yıllar, ülke siyasi tarihinde en uzun süre tek-parti hükümetine ve demokrasi ve kalkınma alanlarındaki kazanımlarıyla bir istikrar dönemine şahitlik etti. Ancak 2013 yılından itibaren ülke terör saldırıları, toplumsal ayaklanmalar ve darbe girişimleriyle yine bir türbülansa girdi. Daha önceki tek-parti hükümetlerinden ayrı olarak AK Parti bu dönemde ayakta kalmaya ve ülkeye istikrar sunmaya devam etti. Ancak Mecliste peyderpey artan siyasi parti sayısı (2002'de iki, 2007'de üç, 2011'de üç, 7 Haziran 2015'te dört, 1 Kasım 2015'te dört, 2018'de beş partili bir Meclis oluştu) tek-parti hükümetinin geleceğini tehdit etmeye başladı. 2018'de başkanlık sistemine geçilmesi siyaset kurumunun parçalanması ve ardından gelecek istikrarsızlığı dizginlemeye yönelik önemli bir adımdı. Bugün ülkede siyaset, 2018'deki değişikliğin neticesinde Cumhur ve Millet ittifaklarının oluşturduğu potansiyel iki tek-parti hükümeti kapışmasına şahitlik ediyor. İttifaklar içlerinde parçalı olsa da ülkeye istikrar sunacak birleşik bir siyasi cephe oluşturmak ve halkı ikna edecek bir siyasi program oluşturmak zorunda. Bu, parlamenter sistem zamanlarında yapısal gerekçelerle pek de tecrübe etmediğimiz bir durumdu. Mevcut durumda yasama organı ne kadar parçalı olursa olsun, güçlü bir yürütmeyi ortaya çıkaracak şartlara sahibiz.
Üçüncü gerekçe ise parlamenter sistemde muhalefetin hükümeti devirme motivasyonuyla hareket ederken, güçlü yürütmeye dayanan başkanlık sisteminde bu motivasyonun oyunda kalmak için muhalefete yetmiyor olmasıdır. Muhalefet partileri başkanlık sistemiyle birlikte pozitif bir siyaset yapmak zorunda kaldı. Bu durum halktan ziyade bürokrasiye ve şehirli orta sınıflara dayalı bir siyaseti işlemez duruma getirdi. Türkiye siyasetinde iktidara gelmekten uzak kurumsal "sol" muhalefetin genellikle halk iktidarını zayıflatan, dolayısıyla zayıf yürütmeleri ortaya çıkarmaya yönelik (Ecevit'in CHP'si istisna olmak kaydıyla) bir siyaset güttüğü hepimizin malumu. 1950'li yıllarda Demokrat Parti'nin, 1960'larda Adalet Partisi'nin, 1980'lerde ANAP'ın ve 2000'li yıllarda AK Parti'nin karşısındaki muhalefet parçalanmış bir siyaset kurumu arayışı içerisinde oldu. Ve sonuçta siyasetin zayıfladığı ve istikrarsızlığın arttığı zamanları tecrübe etmek zorunda kaldık. Dolayısıyla, muhalefetin siyaseten terbiye edilmesi ve halk iradesine dayalı demokratik bir siyasete kanalize olması için de güçlü bir yürütme öngören bir siyasi sisteme ihtiyacımız bulunmaktadır. Bunun tek-parti hükümetleri üzerinde de çok daha anlamlı ve etkili bir kontrol mekanizması oluşturduğu da göz ardı edilmemesi gereken bir durumdur. Güçlü muhalefet daha ihtiyatlı bir iktidara sebep olmaktadır.
Dördüncü gerekçe, uluslararası konjonktürün de güçlü yürütmeyi gerektirmesidir. Uluslararası sistemde çok-boyutlu bir dönüşüm gerçekleşmekte ve bir geçiş dönemi içerisinde bulunmaktayız. ABD tek kutupluluğu sona ermekte ve buna dayalı liberal uluslararası düzen düşüşte. Statükonun tavsaması bizi uluslararası güç mücadelesinde kartların yeniden dağıtıldığı bir revizyonist döneme sokmuş durumda. Revizyonist dönemler belirsizliğin ve güce başvurmanın yaşandığı dönemlerdir. Bu dönemlerde güçlü bir iktidara sahip olan, yani tek-parti hükümetine dayanan devletler avantaj elde eder. Çünkü güçlü iktidarlar etkin ve hızlı karar alma noktasında daha başarılıdır. Türkiye'nin son dönemde Ortadoğu'da, Kafkaslar'da, Ortadoğu'da ve Balkanlar'da kazandığı mevziler güçlü bir yürütmeye sahip olmamızın bir sonucudur. Uluslararası güç mücadelesinde kaybetmemek ve kazanımlar elde etmek için güçlü bir yürütmeye dayalı başkanlık sistemi elzemdir.
Tüm bu gelişmeler bizi 1982 Anayasası'nın meşruiyeti krizi noktasına getirmektedir. 1982 Anayasası'nın getirdiği siyasi düzen neoliberal ekonomiyi esas alan, liberal uluslararası yapı ve Amerikan hegemonyasına adapte olmaya çalışan ve askeriyenin kontrolündeki bir bürokratik ulus-devlet düzeniydi. Neoliberal ekonominin sarsıldığı, liberal uluslararası düzenin çökmeye yüz tuttuğu, Amerikan hegemonyasının düşüşe geçtiği ve askeri bürokrasinin gücünün törpülendiği ulus-devlet formu Türkiye'ye yetmemektedir. Fiili olarak inşa sürecinde olan milliyetçilik-sonrası demokratik toplumsal düzen, ulus-devlet-sonrası bölgesel düzen ve Batı-sonrası küresel düzene yasal bir özellik kazandıracak adımların atılması gerekmektedir. Ülkede siyasi gelişmeler ile anayasa arasındaki çelişkiler önemli bir istikrarsızlık kaynağıdır. Güçlü yürütmeye dayalı başkanlık sisteminin tüm potansiyelinin ortaya çıkabilmesi için yeni bir anayasanın yapılması gerekmektedir.
AK Parti'nin Güçlü Yürütme Pratiği
Son olarak, şu soruları sorarak tartışmaya nokta koyalım: AK Parti'nin güçlü yürütme pratiği ne denli tatmin edici? Güçlü yürütme ülkeye somut olarak ne kazandırdı? AK Parti'nin ortaya koyduğu siyasetin son on yılda toplumsal kuşatıcılığı hem kendinden hem de kendi dışından kaynaklanan sebeplerle geriye gitti. AK Parti halkçılığı şu an ülkedeki en güçlü ve kapsamlı halkçılık, ancak eskiye nazaran zayıflamış durumda. Lakin zayıf bir yürütme düzeni olmuş olsaydı daralma daha da artabilir, ortaya konan halkçı siyaset daha fazla yara alabilir ve siyasi istikrarsızlık baş gösterebilirdi.
Ekonomi alanında da benzer bir durum söz konusu. AK Parti uzunca bir süre orta sınıfı genişleten bir ekonomi performansı sergiledi. Ancak küresel ve yerel faktörler neticesinde ülke son 3-4 yıldır ekonomik dalgalanma yaşıyor. AK Parti'nin ekonomi yönetimi mevcut meydan okumalara karşı ideal performansını sergileyemedi. Ancak zayıf bir yürütmeyle ekonomik sıkıntılar daha da tırmanabilir ve sosyal patlamaya yol açabilirdi.
Dış politikada ise daha iyi bir manzara ile karşı karşıyayız. Ülkenin materyal kapasitesi arttı ve bunun sahada olumlu yansımaları var. Türkiye bölgede birçok devletin ittifak kurmak istediği ve küresel güçlerin adımlarını atarken çok daha fazla dikkate almak zorunda olduğu bir ülkeye dönüştü. Tüm bunlar uluslararası sistemde açılan fırsat pencerelerinin iyi bir şekilde değerlendirilmesinin bir sonucu. Zayıf bir yürütmeyle bu tarihi fırsat değerlendirilemeyebilirdi. Güçlü bir yürütme dış politikada önemli başarılar elde edilmesini sağladı.
Sonuç olarak, 2018'e kadar parlamenter sistem içerisinde, sonrasında ise başkanlık sistemiyle güçlü yürütme düzeni Türkiye'nin 2013'ten itibaren girdiği fırtınalı denizi daha az hasarla atlatmasına olanak verdi. Önümüzdeki sürecin bir toparlanma ve geminin ucunu yukarı kaldırma süreci olacağını öngörebilir ve umut edebiliriz.