Başkan Erdoğan New York'ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Türkiye'nin, İslam dünyasının ve tüm dünyanın kritik meselelerine dair etkili bir konuşma yaptı. Türkiye'nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs'taki hassasiyetlerini ve pozisyonunu ortaya koyarken, ülkesinin mülteciler konusunda ve DEAŞ terörüyle mücadelede yaptığı fedakarlıkları yüksek sesle dile getirdi. Özellikle Batılı devletlerin yeterince sorumluluk almadıkları ve iddia ettikleri gibi liderlik rollerini yerine getirmediklerini ifade etti. En azından Suriye'nin kuzeyinde oluşturulacak güvenli bölgeye hem diplomatik hem de maddi destek vermeleri konusunda bu ülkelere çağrıda bulundu.
Filistin, Libya, Yemen ve Körfez gibi bölgesel konularda da işgallerin ve istikrarın sağlanması yönünde açık bir şekilde Türkiye'nin tavrını ortaya koydu. Özellikle Filistin konusunda hiçbir ülke liderinin ve siyasi figürün cesaret edemeyeceği sözler sarf etti. İsrail'in 1947 ve 1967 uğrak noktalarından sonra sınırlarını günümüze değin ne şekilde genişlettiği ve bunun neticesinde Filistin halkını kendi topraklarında rehin aldığı ve vatanından sürdüğünü görsellerle BMGK'nin dikkatine sundu. Bu esnada dile getirdiği "İsrail'in bilmediğimiz sınırları mı var?" sorusu belki de konuşmasındaki en can alıcı noktaydı. İsrail'in sadece Filistin topraklarında değil bölgedeki yayılmacı siyasetinin dini-ideolojik boyutuna yönelik çok önemli bir gönderme söz konusuydu.
BM'nin en önemli işlevi bir nevi dünya devleti rolü oynayarak zayıfı güçlüye karşı korumaktır. Erdoğan bu rolünü yerine getirmeyen BM'ye "BM ne işe yarar?" şeklinde bir soruyla çok ağır bir eleştiride bulundu. BM'nin işlevini gerektiği gibi yerini getirememesinin önündeki en önemli engelin de BMGK'nin yapısı olduğunu bir kez daha gündeme getirdi. Daha önce aynı platformda dile getirdiği "Dünya beşten büyüktür" eleştirisini bir kez daha yineledi. Güvenlik Konseyi'nin yapısının demokratikleşmesi gerektiğini yani Türkiye gibi sorumluluk alan ve dünya siyasetinde önemli bir temsil gücü olan ülkelerin de veto hakkına sahip daimi üye olarak Konseye dahil edilmeleri gerektiğinin altını çizdi.
Filistin ve Kudüs meselelerine ek olarak İslam dünyasını yakından ilgilendiren Keşmir, Arakan ve İslamofobi gibi konularda da önemli mesajlar verdi. Keşmir ve Arakan'da Müslümanlara yönelik zulmün durması gerektiği ve son dönemde önemli bir sorun olmaya başlayan İslamofobi konusunda ciddi adımların atılması gerektiğini dile getirdi. 15 Mart'ta Avustralya'nın Christchurch kentinde 49 kişinin can verdiği cami saldırılarını tekrar gündeme getirerek bu konuda bir farkındalık oluşması için 15 Mart'ın "İslamofobiye karşı dayanışma günü" olarak kabul edilmesi için öneri sunduklarını söyledi.
Tüm dünyaya yönelik verilen mesajlarda ise iki mesele ön plana çıktı. Bunlardan birisi kuzey-güney ayrışması sonucu dünyada ortaya çıkan gelir adaletsizliği, yoksulluk ve açlık. Dünya milletlerinin özellikle de Batılı zengin ülkelerin bu konuda lafta kalmayan önemli adımlar atması gerektiğini ifade etti. Ayrıca küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığı ilgilendiren çevre konularında da gerekli önlemlerin alınmasının önemini belirtti. Bir diğer husus nükleer silahlar konusundaydı. Başkan Erdoğan nükleer silahlara dair de mevcut dünya düzeninin adaletsiz bir noktada olduğuna vurgu yaptı. Bu silahların ya tümden yasaklanması ya da herkesin elde edebilmesi gerektiğini söyledi. Burada İran'a yönelik uygulanan yaptırımlar, nükleer silahlar konusunda İsrail'e karşı uygulanan kolaylıklar ve Türkiye'ye karşı bu konuda daha şimdiden yükselen eleştirilere bir gönderme olduğu ortadaydı.
Erdoğan'ın konuşması Türkiye'nin uluslararası siyasette nasıl bir rol oynadığı ya da oynamayı arzu ettiğini açık bir şekilde ortaya koyan bir konuşmaydı. Konuşmanın sadece düzenin sahibi konumundaki Batılı ve İsrail gibi devletleri rahatsız etmediği, Müslümanların hassasiyetleri ve çıkarları konusunda parmağını kıpırdatmayan bölge ve İslam devletlerinin de canını sıktığını söylemeliyiz. Konuşma aynı zamanda "Suudi Arabistan ne işe yarar?" sorusunu da sormaktaydı.