Türkiye'de siyasi modernleşme genellikle "otoriter laiklik" çerçevesinde ele alınmaktadır. Buna göre geleneksel toplumdan modern topluma geçiş, toplumsal- siyasi hayatın düzenlenmesinde dini ve geleneksel değerlerin yerini dünyevi değerlerin alması olarak görülmektedir. Oysa modernlik özünde siyasi-toplumsal hayatın düzenlenmesinde devletin tüm değerlere karşı eşit mesafede olmasını yani dünyevi değerler de dahil olmak üzere herhangi bir değerler bütününün resmi ideoloji olarak kabulünü reddeder. Daha teknik bir dille ifade edecek olursak siyasi modernleşme devlet iktidarının tüm değer ve aktörlerden boşaltılması ve bu niteliğinin korunması demektir. Buna göre siyaset devletin kontrolünden çıkar ve çatışma unsuru siyasetin merkezine yerleşir. Özetle devlet iktidarı herhangi biri ya da bir grubun şahsi malı olmaktan çıkarak evrensel bir nitelik kazanır.
Cumhuriyet'i kuran Kemalist elit siyasi modernleşmenin bu temel ilkesini ihlal etmiştir. Tek-parti düzeniyle siyaseti devletin tekeline almıştır. Siyasetin devletten bağımsız olduğunu gösteren çok-partili siyasi hayat periyodik seçimler ve parlamentoda muhalefete yer açılması gibi modern demokratik siyasi pratiklere sırt dönülmüştür. Devleti şahsi mülküne dönüştüren Kemalist elit 3 Mart 1924'te kabul edilen devrim yasalarıyla Batılı-dünyevi değerleri devletin resmi değerleri olarak kabul etmiştir. Bu değerler zamanla kutsal bir nitelik kazanmıştır. Halen yürürlükte olan 1982 Anayasası'nın 174. maddesinde sayılan devrim kanunlarının "tartışmaya açılamaz ve değiştirilemez" niteliği bu durumu ortaya koymaktadır.
Bu otokratik siyasi form geniş toplum kesimlerini "yönetilen" konumuna indirgemiştir. Halbuki Kemalist elit ve siyasi öncülleri saltanata karşı mücadeleyi "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesi doğrultusunda yürütmüştür. Demokratik bir siyasi form öngören bu ilkeye göre herkes milletin bir parçasıdır ve dolayısıyla mutlak bir yöneten- yönetilen ayrımı yapılamaz. Bu eleştiriler karşısında Kemalist elitin cevabı şu olmuştur: "Toplum henüz demokrasiye hazır değil." Böylece toplumun önüne iki seçenek konmuştur: "ya laik-milliyetçi değerleri benimser ve düzene entegre olursunuz ya da tahakküm edilen konumuna indirgenirsiniz."
Tahakküm edilen konumunun sadece siyasi sonuçları olmamıştır. Laik-milliyetçi değerleri benimseyenler ekonomik ve kültürel kaynak ve zenginliklerin devlet eliyle dağıtıldığı bir düzende sürekli olarak serpilmiş, 1950'de çok-partili hayata geçildikten sonra azınlıkta olsalar dahi iktidarı siyaset dışı kanallardan etkilemeye devam etmişlerdir. Elbette bu, 1961 Anayasası'yla kurulan ve 1982 Anayasası'yla daha da güçlendirilen vesayet sisteminin yedeğinde sürmüştür. Siyasetin devletten bağımsızlaştığı yani bürokratik vesayetin yıkıldığı AK Parti iktidarı döneminde (2002-?) ekonomi ve medya-kültür sektörlerinin laik toplum kesimleri için iktidar ilişkilerindeki rolü daha kritik bir hal almıştır. Vesayetin tasfiyesiyle laik toplum kesimlerinin elinde sadece ekonomi ve medya-kültür alanı kalmıştır.
AK Parti liderliğinde demokratikleşme
AK Parti'yi siyasi modernleşme tarihimizde Kemalist elite karşı demokratikleşme mücadelesi veren siyasi gelenek içerisinde değerlendirmek mümkündür. Demokratikleşmenin en temel unsuru modernleşmeyle birlikte bir siyasi aktöre dönüşen geniş toplumsal kesimlerinin düzene entegre edilmesi ve siyasi hayatın da buna göre yeni bir şekil almasıdır. Türkiye'de sağ ve muhafazakar siyasetin temel çıkış noktası bu siyasi amaç olmuştur.
1950'lerde Demokrat Parti, 1960'larda Adalet Partisi, 1970'lerden itibaren Milli Görüş partileri, 1980'lerde Anavatan Partisi ve 2000'lerde AK Parti bu gelenek içerisinde değerlendirilebilir. Bazı sol partiler de bu çerçeveye sokulabilir ancak solun Kemalizm ile ilişkisi laikçi ortak eğilimleri nedeniyle hiçbir zaman gerçek anlamda demokratik bir nitelik kazanamamıştır. Daha da kötüsü sol siyaset "devlete el koyma" perspektifiyle demokratik siyaseti benimseme konusunda çok kötü bir sınav vermiştir. Elbette sağ ve muhafazakar gelenekte yer alan partilerin bazıları kendilerinden kaynaklanan nedenler dolayısıyla demokratik siyaseti hakim kılmayı hedefleyen çıkış noktasından uzaklaşmış ya da vesayetin baskılarıyla reformist niteliklerini kaybetmişlerdir.
AK Parti'yi Türk siyasi hayatında farklılaştıran unsur sol siyasetin burun kıvırdığı ve sağ siyasetin bir türlü hayata geçiremediği demokratik siyaseti sahiplenmesi ve hayata geçirmesidir. 2002'den günümüze AK Parti Türk siyasetini siyasi modernleşmenin temel düsturuna -devleti bir grubun şahsi malı olmaktan çıkarmak ve topluma açmak- uygun şekle sokma mücadelesi vermektedir. Burada kabaca iki dönem karşımıza çıkmaktadır: 2002-2010 arasında AK Parti devlet iktidarını Kemalist elitin şahsi malı olmaktan çıkarmış ve topluma açmıştır. 2010'dan itibaren ise toplumu siyasi sisteme entegre etmeye ve buna uygun bir siyasi kurumsallaşma ortaya koymaya çalışmıştır. 1920'den günümüze hegemonik durumda olan Batıcı siyasetin yerini alan yerli-milli siyaset devlet ile millet arasındaki duvarları kaldırarak geniş toplum kesimlerinin sisteme entegrasyonunun önünü açmıştır. 21 Ekim 2007'deki Anayasa değişikliği referandumu, 10 Ağustos 2014'teki Cumhurbaşkanlığı seçimi, 16 Nisan 2017'deki Anayasa değişikliği referandumu ve 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi uğrak noktalarından geçerek Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini hayata geçirmiş, milli iradeyi siyasetin merkezine yerleştiren bir siyasi kurumsallaşmayı gerçekleştirmiştir.
Kalkınma ve bağımsızlık
AK Parti'nin önündeki yeni meydan okuma geniş toplum kesimlerini sosyolojik anlamda güçlendirmektir. Türkiye'de milli irade siyasetinin iktidarını sürdürebilmesi ancak geniş toplum kesimlerinin ekonomik ve kültürel anlamda yukarı çekilmesiyle mümkündür. Bunun için ekonomik pastanın büyütülmesi ve toplumsal gruplar arasında refah düzeyinin birbirine yaklaştırılması gerekmektedir. Siyasi ve hukuki eşitlik ilkesine dayanan demokratik rejimin ancak sosyolojik anlamda bir eşitlenmeyle temellerinin güçlendirileceği açık bir gerçektir. Çünkü siyasi ve hukuki eşitlik ancak ekonomik ve kültürel anlamda eşit olanlar arasında mümkündür.
Ulusal alandaki bu sosyolojik eşitlenme çabasının uluslararası bağımsızlık ve otonomi mücadelesinden ayrıştırılamayacağı da aşikardır. Çünkü ekonomide pastanın büyütülmesi uluslararası alanda bağımsızlaşarak mümkün olur. AK Parti'nin 24 Haziran seçimleri sonrasında birbirini besleyen bu iki siyaseti -ekonomik kalkınma ve uluslararası bağımsızlık- merkeze almış olması bu yöndeki iradesini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla AK Parti'nin kuruluşundan itibaren yürüttüğü demokratikleşme mücadelesinde iç siyasi alan evresinin sona erdiği, uluslararası alan evresinin başladığını söylemek mümkündür. Bundan sonra siyasi çatışmanın odak noktası ulusal alandan ziyade uluslararası alan olacaktır. Uluslararası sistemin hegemonu ABD ve uluslararası elitlerle son dönemde yaşanan gerilim bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu çatışma hali tali bir durumu değil yapısal bir gerilimi ifade etmektedir.