Cumhuriyet 1923'te halkın kendi kendini yönetmesi iddiasıyla kuruldu. Artık bireyler "kul" statüsünden çıkıp birer eşit vatandaş oluyorlardı. Bu durumda eşit vatandaşlardan oluşan bir siyasi topluluğun kendi kendisini yöneteceği bir yönetim mekanizmasının kurulması gerekiyordu. Ancak Cumhuriyet'in kurucu elitleri halkın henüz kendi kendini yönetecek durumda olmadığına karar verdiler. Egemenlik kâğıt üzerinde halka, pratikte ise Tanzimat'tan itibaren Sultan karşısında güçlenen bürokratik zümre içinde dar bir grubun eline geçmiş oldu.
Ancak kâğıt üzerinde de olsa halk artık egemenliğin kendisinde olması gerektiğini biliyordu. Bu sebeple zamanla somutlaşan oligarşik yönetim yapısı halktan kabul görmedi. Devletin halkı laik-milliyetçi ideolojiyle formatlama müdahaleleri bu eğilimi daha da güçlendirdi. Halk, devleti hem Cumhuriyet idealini yerine getirmediği hem de yüzyılların ürünü olan İslami değerlerin merkezinde olduğu meşruiyet çerçevesini radikal bir biçimde değiştirdiği için benimsemedi. Bu toplumsal direnç değişim odaklı bir siyasi arayışı doğurdu.
Bu arayış özünde oligarşiyi yıkıp Cumhuriyeti tesis etme iddiasını taşıdı. Devletin yeniden kurulması gerekiyordu. Bu bir lider ya da siyasi kadronun önderliğinde olabilirdi. Halk eline geçen her fırsatta kendisine bir lider belirledi ve onun önderliğindeki siyasi hareketi tek başına iktidar yaptı. Bu misyonun taşıyıcısı 1950'de Adnan Menderes ve Demokrat Parti, 1980'lerde Turgut Özal ve ANAP olarak görüldü. 2000'lerde ise devleti yeniden tesis etme görevi Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti'de oldu. Bu liderlerden beklenen halkın yöneten konumunda olduğu bir kurumsallaşmayı tesis etmeleriydi. Beklenen palyatif çözümler değil köklü yapısal değişimlerdi.
Cumhurbaşkanlığı sistemi bu isteğin nihayet somutlaşmış ve pratiğe dökülmüş halidir. Bu yönetim sistemi 1923'te Cumhuriyet'in kuruluşunda vaat edilen demokrasi ve eşitlik ideallerini gerçekleştirmek yani iktidarın halka verilmesini hayata geçirmektedir. Cumhuriyet rejimi devlet yönetimine halkın katılımını ileri düzeyde sağlayan, devleti tamamıyla topluma açan bir yönetim sistemiyle mümkün olabilir. Cumhurbaşkanlığı sistemi halkın temsilcilerini direkt olarak seçebilmesi, bu temsilcilerin iktidarı halk adına sınırsız şekilde kullanabilmesi ve gerektiğinde halkın temsilcilerinden yönetimde yaşanan aksaklıkların hesabını sonuna kadar sorabilmesinin yolunu açan bir yönetim önermektedir.
Bu yapısal değişim, halkın iki temel beklentisini hayata geçirmektedir. Birincisi, Cumhuriyet fikrinde somutluk kazanan halkın kendisini kendi çıkarına olacak şekilde yönetebilmesidir. İkincisi ise temsili demokrasinin bir gereği olarak halkçı bir yönetimi pratiğe dökecek güçlü bir siyasi liderliğin tesis edilmesidir. Cumhurbaşkanlığı sistemi demokratik siyasetin alanını genişleterek ve yürütme organını siyaset kurumunun merkezine çekerek bu iki ideali aynı anda gerçekleştirmektedir. Cumhurbaşkanlığı sistemi hem halkı hem de devleti aynı anda güçlendirmektedir. Bu sistemin mottosu "güçlü millet, güçlü devlet"tir.
Ancak bu tarihi hamle muhalifler tarafından "tek adam" yönetiminin tesisi olarak yaftalanıyor. Tek adam yönetimi iddiası kabaca bir kişi ya da grubun güçlenip bunun karşısında toplumun zayıflaması ve yönetimden dışlanması fikrini işliyor. Şunu teslim etmeliyiz, halk sürekli olarak tek parti yönetimiyle başlayan ve halkı dışlayan oligarşik düzeni kıracak güçlü bir lider arayışı içinde oldu. Adnan Menderes, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasette bu denli geniş bir yer tutmalarının temel nedeni buydu. Ancak halkın bu liderlerden ikinci bir isteği daha oldu. Bu, genelin çıkarını siyasetin merkezine koyan ve güçlü bir siyasi liderlik öngören bir yönetimin kurumsallaşmanı tesis etmekti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın rolü ne?
Cumhurbaşkanı Erdoğan halkın oligarşiyi yıkma talebini başarıyla yerine getiren yegâne lider oldu. Erdoğan'ın önündeki meydan okuma halkın ikinci talebinin yerine getirilmesidir. Cumhurbaşkanlığı sistemi hamlesi bu amaca yöneliktir. Bu sistem değişimi halkı siyasetin başat aktörü yaptığı gibi güçlü bir siyasi liderliği içeren bir yönetim sistemini de tesis etmektir. Bu sistem değişimi Erdoğan sonrası dönem için halkın iktidarını garanti altına almaktadır. Erdoğan tarzında güçlü bir lider olmaksızın da halkın kendi kendisini yönetebilmesini mümkün kılmaktadır.
Ancak bu değişimle Erdoğan'ın siyasi misyonunun sona erdiği söylenemez. Sistemin oturması ve değişim sürecinde çıkacak pürüzlerin giderilmesi için güçlü ve toplumsal meşruiyeti yüksek bir liderliğe ihtiyaç vardır. Hiç şüphesiz bu değişim içeriden olduğu kadar dışarıdan da sabote edilmeye çalışılacaktır. Şurası açıktır ki halkın iktidarının garanti altına alınması sadece ulusal bir mesele olarak görülemez. Bu aynı zamanda uluslararası güç mücadelelerinin de hesaba katılmasını gerektirir.
Dolayısıyla Erdoğan'ın bundan sonraki asıl misyonu uluslararası alanda emperyal güçlerle mücadele etmektir. Emperyal güçlerin -Türkiye'nin ulusal alanı da dahil- bölgede istedikleri gibi at koşturduklarını biliyoruz. Bu güçlerin Türk ve bölge halklarının kendi kendilerini yönetmesinden ne denli rahatsızlık duydukları gün geçtikçe açıklık kazanıyor. Halkın iktidarı emperyal güçlerin ülkeden ve bölgeden kovulmasını gerektirmektedir.