Son bir yılda hem içerde hem de dışarıda Türkiye'nin otoriterleştiği, hükümetin demokratikleşmeden uzaklaştığı ve insan haklarına saygısını yitirdiği yönünde yoğun eleştiriler var. Hatta 20-21 Şubat 2014 tarihlerinde Portekiz'in başkenti Lizbon'da katıldığım "Gezi Protestoları ve Ötesi: AKP Hükümetiyle Mücadele" başlıklı bir konferansta da sunumların çok büyük bir kısmı benzer iddialar üzerine yoğunlaşmıştı. Anlaşılan, içerden bu iddiaları dile getirenler aynı zamanda dışarıdaki kamuoyunu da besliyorlar. Şüphesiz, demokrasilerde ifade özgürlüğü temel bir hak olduğundan hakarete, aşağılamaya ve nefret söylemine varmamak kaydıyla herkes istediğini söylemekte/ yazmakta hürdür. Fakat ahlaken ve bilimsel olarak bir iddiada buluyorsak, onu bilimsel/somut verilerle destekleme yükümlülüğümüz var. Aksi takdirde söylediklerimiz ya da iddia ettiklerimiz propagandadan ve retorikten ileri gitmez.
Peki, gerçekten Türkiye'de son yıllarda bir otoriterleşme yaşanmakta mıdır?
Bunu ölçmek oldukça zor fakat imkânsız değil. Elimizde kullanabileceğimiz bir takım veriler var. Bu verilerin başında, temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) nezdinde Türkiye'nin durumu, dava sayısındaki artış, diğer ülkelerle konumu, verilen mahkûmiyetlerin nitelikleri gelmektedir. İkincisi, Türkiye'de demokratikleşme adına yapılan yasal ve anayasal reformlar ve diğer yapısal değişiklerdir.
Türkiye, AİHM'de açılan dava sayısı yönüyle 47 Avrupa Konseyi üyeleri arasında 2009'a kadar hep birinciydi. 2009'da yine bu hükümet iktidarında Rusya'dan sonra ikinciliğe düştü ve 2013'teki istatistiklerine göre de Rusya Federasyonu, İtalya, Ukrayna ve Sırbistan'dan sonra beşinci sıraya geriledi. Aynı şekilde Türkiye AİHM tarihinde davaları kaybetme anlamında da maalesef bütün ülkeler arasında ortalamada hala birinci sıradadır. Fakat son yıllarda yıllık bazda ikinci sıraya düşmüştür.
Burada önemli olan husus ihlallerin niteliğidir. Örneğin, Türkiye AİHM'de işkenceden 279 defa mahkûm edilirken 2013'te hiçbir işkence mahkûmiyeti yoktur. Adil yargılanmada (son zamanlarda hükümetin yargıya çok müdahale ettiği dile getirilmektedir) yıllık ortalama 31 dava kaybedilirken bu sayı 2013'te yarıdan fazla düşerek 15 davaya inmiştir. Din ve vicdan özgürlüğünde Türkiye yedi kez mahkum edilirken bu sayı 2013'te sıfır'dır. Maalesef ifade özgürlüğünde Türkiye eski performansını korumuş ve dokuz davadan mahkûm edilmiştir. Önemli bir başka istatistik ise 2012'de 10.000 kişiye düşen dava sayısı 1.20 ortalama ve Avrupa Konseyi üye ülkeler arasında 13. sırada iken, bu rakam 2013'te %60 civarında azalarak 0.47 ortalama ile 47 AK üyesi arasında 29. sıraya gerilemiştir.
Bütün bu istatistiklere bakıldığında, Türkiye son yıllarda insan haklarını korumada özellikle adil yargılama, işkence ve dava sayısı yönüyle tarihinin en iyi performansını sergilemiştir. Ki adil yargılama demokrasinin en önemli göstergelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesinin en temel göstergesidir.
Demokratikleşme performansı
İkinci olarak, Türkiye'nin demokratikleşme alanında gerçekleştirdiği yasal, anayasal ve yapısal reformlar çok önemlidir. Burada en önemli şey, 40.000 insan hayatına mal olan, iç barışı yok eden, demokratikleşme ve insan haklarının gelişmesini zorlaştıran Kürt sorununda bir barış sürecinin başlatılması ve her türlü provokasyona rağmen korunmuş olmasıdır. Daha da önemlisi, eylül ayında kamuoyuna deklare edilen ve yakın tarihte yasalaşan son demokratikleşme paketidir. Bu paketle Türkiye'nin kronik sorunları ve aşılmaz problemleri sınırlı da olsa çözülmüştür. Bunlardan bazıları başörtüsü sorunu, anadilde eğitim (sınırlı düzeyde), toplanma ve gösteri hakkı, anadilde propaganda, yaşam tarzına müdahale ve en önemlisi bu ülkede yaygın olan ve toplumsal barışa yönelik büyük bir tehdit oluşturan nefret söylemi/suçunun düzenlenmesidir. Bütün bunlardan daha önemli bir demokratikleşme hamlesi ise, seçim sistemi ile ilgili getirilen tekliftir (dar bölge sistemi dahil) ki buna muhalefet cevap bile vermemiştir.
Peki bütün bunlara karşılık içerde ve dışarıda Türkiye'nin otoriterleştiği retoriğini tekrarlayanlar demokratikleşmeye ne katkı verdiler? Daha önemlisi, Türkiye'nin otoriterleştiği tezini ileri sürenlerin bir demokratik Türkiye perspektifi var mı? Varsa duyan var mı?
Bir söylem ve eylem analizi yapıldığında ve bu siyasi, sosyal ve sivil(!) yapıların tarihsel arka planları incelendiğinde, bugün söyledikleri/yazdıkları ve yaptıkları arasında ciddi bir çelişki olduğu görülecektir. Bugüne kadar yaptıkları ve dile getirdikleri şeyler çatışma, kaos, Kemalist diktanın devamı, vesayetçi anlayış ve baskıcı yönetimden başka bir şey midir? Demokratikleşme paketine karşı çıktılar, nefret suçuna karşı çıktılar, barış sürecine karşı çıktılar ve hala bunlara karşı olduklarını her gün deklare ediyorlar. Sürekli "ah şu barış süreci bozulsa" diye iç çekiyorlar. Süreci akamete uğratmak için sürekli bir çaba içindeler. Kısacası, ontolojik ve epistemolojik olarak diktadan beslenen ve ideolojisi totalitarizm üzerine bina edilen bu yapıların otoriterleşmeden bahsetmesi tam olarak bir oksimorondur. Demokratikleşme ve özgürlükler adına yapılması gereken çok şey var, fakat bu oksimoron girişimler aksi istikamette bir etki yapıyor.