Reşat Nuri Güntekin'in ideolojik romanı Yeşil Gece'deki Kemalist öğretmen Ali, ilk görev yeri olan, 'softa yatağı' olarak nitelediği Sarıova'yı karşı tepeden ilk gördüğünde şu tepkiyi verir: "Bizim muharebe meydanı göründü". Tıpkı Burke'ün ifade ettiği şekliyle, Fransız devrimcilerinin kendi toplumlarına fethedilmiş bir ülke muamelesi yapmaları gibi. Hazin ve trajik.
Yine bir 27 Mayıs yıldönümünde kendimizi Türkiye siyasetinin bugününü, değişmeyen bir zihin haritasının üretimi olan söylem ve yansımalar üzerinden konuşurken buluyoruz. Oldukça uzun bir zamandır CHP Genel Başkanlık makamının başvurduğu tehditkâr, mütecaviz, ayrıştırıcı ve marjinalleştirici nefret kodları üzerinden kurgulanan siyaset dili ve öğretmenlerden yargı mensuplarına ve bürokratlara; işçi, esnaf ve çiftçilerden sanatçılara uzanan çok geniş bir spektrumda toplumun 'kendisi' dışındaki kesimlerine yönelik işlettiği marjinal siyaset yaklaşımını oturtmaya çalıştığımız yer, karşımıza bir 'zihin haritası' sorununu çıkarıyor. Bu ise, Güntekin'in öğretmen Ali'sinin jakoben ve şizofrenik ruh halinde ve toplumla ve onun değerleriyle mücadelesinde karşılığını buluyor. Bir ontolojik bulanıklık hali.
Daha mikro ölçekte ise bu siyasi strateji ve söylem dilinin açığa çıkardığı şey, CHP elitleri açısından toplumu ikna etme, bir meşruiyet zemini oluşturma, tutarlı ve bütünlüklü bir siyasi vizyon inşa etmenin yerini, birkaç partizan, sosyal medyanın güdümlü fanatikleri ve organize yapılar üzerinden kitlesini konsolide etme stratejisine bırakmış olduğu. Dozu ve tonu her yükseltme ile bu konsolidasyon daha da pekişiyor. Bu ise, CHP'nin 'kendi' toplumuyla, onun değerleriyle ve demokratik kültürle ilişkisi açısından yeni bir şey değil. Esasen tam da bu yüzden 27 Mayıs'ı konuşurken, bugün iradi ve sistematik şekilde başvurulan öfke dilinin zihinsel yatağını ve tasavvurdaki süreklilik hattını görmek gerek. Bu bize 27 Mayıs'ın Türkiye siyasetine kalıcı etkileri hakkında fikir verecek. Zira görülmesi gereken, bugün CHP Genel Başkanının iradi şekilde başvurduğu bu dilin cümlelerinin, sıradan bir iktidar-muhalefet mücadelesi cümleleri olmadığıdır. Zihinsel kaynağını ve siyasi gramerini yirmi yıla yakın bir süre bu ülkede Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanan, İkinci Cumhuriyet nitelemesiyle CHP başta olmak üzere dönemin siyasi-askeri-sivil-iktisadi elitlerine bir fetih coşkusu yaşatan '27 Mayıs ruhu'ndan alan bir siyasa bu.
Olgular ve süreç de bunu teyit ediyor. 27 Mayıs'a giderken siyasi-toplumsal alanın nasıl manipüle edildiğine bir daha, bu kez de bu yönden, bakmak gerekiyor. 14 Mayıs 1950 seçimleri, temelde, 27 yıllık tek parti yönetiminin şekillendirdiği devlet mekanizmasından, o aygıtın sacayakları olan askeri-sivil bürokrasiden ve kendisini siyasal ve sivil alana bütünüyle tahkim kılmış olan CHP-merkezli elit yapıdan duyulan rahatsızlığın bir ifadesi, dışavurumu ve deklarasyonu idi. İlk başta kabullenilmekte zorlanan ve gerçek siyasi resmi görmemekte direnen, gerçeği henüz bir sonraki seçimlerle -1954 seçimleriyle- kavrayınca ise siyasal-sivil-iktisadi-bürokratik alanın hemen her alanını enfekte ve paralize etmeye dönük sistematik ve iradi bir siyasi kampanyanın öncülüğünü de dönemin CHP elitleri yürütüyordu. Tarihin kayıtları, konuya ilgi duyanlara açık. 27 Mayıs'a giden yolun taşları böyle döşeniyordu. Ve bu, jakoben, kibirli, ontolojik olarak yurtsuz CHP elitlerinin toplumu, onun değerlerini ve tercihlerini 'not etmeleri'nin ilk durağı idi. 27 Mayıs, bu anlamda, bu zihniyet düzlemi için, her şeyden önce bu 'not ediş'in bir gereği ve kaçınılmaz misyonu idi.
Siyasi-toplumsal alanın süreç dahilinde enfekte ve manipüle edilmesinin zemininde ise, üniversite, basın, şehirli aydınlar, büyük şehirlerdeki burjuvazi, yargı mensupları ve sivil-askeri bürokrasinin oluşturduğu bir konsorsiyum bulunuyordu. Yoğun propaganda çalışmaları ve siyasi söylemler üzerinden hükümeti kanlı planları olan bir hükümet şeklinde lanse eden açıklama ve yayınlar yapmanın ilk modeli, bu anlamda, 27 Mayıs'ta yine bizzat CHP elitlerinin koordinasyonunda işletiliyordu. Demokrat Parti'nin kendisine müzahir birtakım milis güçler oluşturup bunu finanse ettiği, ülkede bir iç savaş çıkarmayı planladığı ve kendi adamlarını silahlandırdığı, milyonlar harcayarak Harp Okulu'nun bin beş yüz öğrencisini ve üniversitedeki akademisyenleri imha etmenin hazırlıklarını yaptığına ilişkin söylem ve iddialar, darbeye giden süreçte siyaset dilinin ana argümanı haline gelmişti. Bugüne olan izdüşümüne ise, söz konusu dönem ile CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun yakın dönemde periyodik şekilde SADAT üzerinden geliştirdiği söylem dili ve yürüttüğü siyasi strateji arasındaki süreklilik çizgisini görmek kalıyor.
Yine 27 Mayıs'ın ardından oluşturulan Yassıada yargılama sürecinin en temel başlıklarını tek bir kategoride topladığımızda karşımıza, Menderes'in kişisel olarak ve özel birtakım isimler üzerinden yurtdışına para kaçırdığı ve olası bir risk halinde yurtdışına kaçacağı şayiasının yayılması çıkıyor. Nitekim darbe sonrası birtakım düzmece dokümanlarda resmi makamların imzalarıyla belgelerin tanzim edilmiş olması, darbenin meşruiyet zemininin döşenmesine dair her şeyden önce siyasi stratejiye dair bir şey. Bugünün izdüşümünde ise var olan şey, aynı zeminden kaynaklı, beraberinde ilave bazı boyutlarla daha da çeşitlendirilen ve derinleştirilen bir siyaset stratejisi. Özellikle sivil alana uzanan bu siyasi stratejinin ana taşıyıcısı olarak kendisine belli birtakım kişi ve STK'ları hedefe koyan bir siyasi ajanda bu. Kılıçdaroğlu'nun parasal-finansal akışlara ilişkin birtakım iddialar üzerinden icra ettiği siyasi stratejide, bu noktada, özel fakat çok tehlikeli bir çakışma söz konusu. 17-25 Aralık tarihlerini kendisine milat almış gibi bir görüntüyle konuşan bir siyasi söylem, içerik olarak da özellikle 25 Aralık'ın siyasi ajandası ile ciddi kesişmeler arz ediyor. Nitekim 25 Aralık'ta gerçekleştirilmeye çalışılan şey, Erdoğan'a yakın sivil ve iktisadi aktörlerin ve kuruluşların hemen tamamının ilgili faaliyetlerinin sona erdirilmesi, parasal akışlarının durdurulması ve bunlar üzerinden yargısal sürecin başlatılması idi.
Kılıçdaroğlu'nun ilk olarak bu tarihlerin hemen ardından dile getirmeye başladığı 'kaçma' iddiası ve son olarak ete kemiğe büründürerek spesifik olarak isimlerini verdiği kurumların, 25 Aralık operasyonunun bizatihi hedefine oturttuğu kurumlar olması, meselenin tuhaf bir başka boyutuna işaret ediyor. Bu vakıf ve derneklerin de içinde bulunduğu hesapların 2013-2014 yılları arasında olağan dışı şekilde incelenmeye alındığı ve usulsüzce yüzlerce kez sorgulandığı, sonrasında hazırlanan BDDK raporunda ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca başlatılan soruşturmada özellikle yer verilen bir husus. Yine 25 Aralık soruşturmalarında adı geçen iş adamlarının hesaplarının usulsüzce ve çokça kez sorgulanmasının hangi saikler ile yapıldığının araştırılması gerektiği de soruşturmada değinilen bir başka nokta. Bu noktada özellikle 25 Aralık'ın, sivil ve iktisadi zeminin tahkimatına dönük ve bu yönüyle ülkede daha uzun vadeli bir yeni siyasi-sivil-iktisadi mimari inşası sürecinin temel başlatıcısı olduğu gerçeği ile Kılıçdaroğlu'nun son iddialarındaki vurgunun kesişme noktaları, Menderes'e yöneltilen suçlamaların bugün biraz daha farklı formların da içine katılarak Erdoğan'a ve günün hükümetine yöneltildiği gerçeğini düşündürtüyor. Trajik de olsa CHP elitleri açısından belki değişen tek şey bu: Yeni birtakım formlar üzerinden yeni pragmatik birliktelikler inşa etmek ve hükümetin meşruiyet zeminini bu noktadan ilgaya çabalamak. Tüm bunların sonunda, o halde, '27 Mayıs halen daha yaşıyor' desek abartılı bir söylemde bulunmuş mu oluruz; bir daha, birkaç kez daha, salim bir kafayla düşünmek gerekiyor.