Aksa Tufanı Operasyonu'nun üzerinden neredeyse tam bir yıl geçti. Bu bir yıl içinde Gazze adeta yerle bir edilirken 50 bine yakın insan işgal rejimi tarafından hem de dünyanın gözleri önünde katledildi. Yaşanan soykırım, katliamlar ve insani drama rağmen İzzeddin El Kassam Tugayları'nın Gazze'deki işgal unsurlarına karşı direnişi eldeki kısıtlı imkânlarla da olsa devam etmektedir. Gerek insani gerekse askeri alanda ihtiyaç duyduğu destekleri alamayan Gazze büyük bedeller ödemesine rağmen özgürlük uğruna verdiği mücadeleden vazgeçmemektedir.
Kassam Tugaylarının bölgedeki statükoyu topyekûn değiştirmese de dengeleri değiştirmeye namzet bu operasyonu ve sonrasında başlayan savaş oldukça kaygan bir zeminde yollarına devam eden ülkeler tarafından hoşnutsuzlukla karşılandı. Öyle ki İbrahim Anlaşmaları vesilesiyle İsrail ile normalleşen BAE ve Bahreyn, devamında yakınlaşmaya başlayan Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleri bu memnuniyetsizlik halini gizleme gereği bile duymadı. Toplumsal ve iktisadi yapılarındaki kırılganlıkları hasebiyle kendilerine haber vermeden böylesi büyük bir operasyona giriştiği için Hamas'a kızgın olan İran ve Hizbullah gibi aktörlerin de durumdan memnun oldukları söylenemezdi. Buna rağmen meşruiyetlerini İsrail karşıtlığı üzerinden tesis eden İran, Yemen ve Hizbullah gibi aktörler temkin siyasetini de elden bırakmayacak şekilde Kassam'ın mücadelesini desteklediler. Savaşın başlamasının hemen ardından safların oldukça netleştiği bir vasatta iki ülke hem jeo-politik konumları hem de İsrail'le ilişkileri bakımından arada kaldılar: Mısır ve Ürdün.
Mısır ile Ürdün, 2020 yılında imzalanan İbrahim Anlaşmaları kapsamındaki Arap-İsrail yakınlaşmaları göz önüne alınmazsa tüm Arap dünyasında İsrail'i tanıyan iki ülkedir. 1978 yılında Camp David ile Mısır, 1993 yılında sonuçlanan Oslo süreci ile Ürdün içeriden ve dışarıdan gelen tüm itirazlara rağmen İsrail'i tanımıştı. Öyle ki iki ülke de İsrail'i tanımak için büyük bedeller ödemeyi göze almıştı. Özellikle Mısır, Arap dünyasının liderliğini üstlenecek konumdayken aldığı bu karar sonrasında Arap Birliğinden kovulmuş, birliğin merkezi ise başkent Kahire'den Tunus'a taşınmıştır.
Mısır ile Ürdün, tarihte Araplar ile İsrail arasında vuku bulan 4 büyük savaşın en önemli iki aktörüdür. Çünkü Mısır tarihsel olarak Gazze, Ürdün ise Batı Şeria üzerinde uzun yıllar hak sahipliği iddiasında bulunmuştur. İki devlet, İsrail'le anlaştıktan sonra iddialarından vazgeçse de coğrafi ve siyasi açıdan Gazze'nin kaderi Mısır, Batı Şeria'nın kaderi de Ürdün'den bağımsız değildir. İşte bu nedenle Aksa Tufanı aktörlerin (gerek Körfez gerekse direniş ekseni) konum alışlarını netleştirirken Mısır ile Ürdün'ü tabir yerinde ise iki arada bir derede bırakmıştır. Bu bağlamda Mısır ve Ürdün, İsrail'in gerçekleştirdiği ve tüm dünyanın izlediği katliamlar karşısında toplumlarında ortaya çıkması muhtemel infilaklar ile İsrail'le, dolaylı olarak da İsrail destekçisi Batılı aktörlerle ilişkileri bozmama gayretlerinin beraberinde getirdiği tenakuz haline hapsolmuş vaziyettedir. Bundan dolayıdır ki hem Mısır hem de Ürdün, özellikle söylem düzeyinde İsrail'e karşı -zaman zaman- sert duruş sergilerken eylem düzeyinde bir aksiyon alma cesareti gösterememektedir.
Mısır
Mısır, savaşın başlamasından 10 gün sonra bir açıklama yaparak İsrail'in Gazze'deki ihlallerinin durdurulması amacıyla uluslararası bir müdahale talep etmiştir. Henüz erken bir dönemde Mısır'dan gelen böylesi net bir açıklamanın içerideki toplumsal tazyiki ortadan kaldırmaya dönük olduğu düşünülebilir. Ancak buna rağmen o tarihe kadarki en somut adımı, başka bir deyişle "doğrudan müdahaleyi" içeren bir talebi dillendirmesi bakımından açıklama oldukça önemlidir.
Hamas-İsrail arasındaki çatışmanın ülke sınırlarına sıçramasını istemeyen Mısır, taraflar arasında birçok defa arabuluculuk rolü üstlenmiştir. İsrail'in saldırıları durdurma konusundaki isteksizliği ve arabuluculuk faaliyetlerini boşa çıkarması karşısında Mısır, Mayıs 2024 tarihinde bir adım daha ileri giderek Uluslararası Adalet Divanı'nda İsrail aleyhine açılan davaya müdahil olacağını ilan etmiştir. Ancak aradan geçen 6 aylık süreye rağmen Mısır'ın davaya müdahil olmadığını belirtmek gerekir.
İsrail'in saldırgan tutumları karşısında mücadeleyi söylem düzeyinde sürdürmekte ısrar eden Mısır'ın bir türlü eyleme geçemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki Mısır'ı aksiyon almaya itebilecek en önemli hadisede bile Sisi rejiminin oldukça pasif kaldığını ifade etmek mümkündür. Savaşın başından itibaren Refah'ı güvenli bölge ilan eden işgal rejiminin Refah'a gireceğini açıklaması karşısında Mısır, İsrail'i Camp David barış anlaşmasını askıya almakla tehdit etmiş ancak işgalin gerçekleşmesini müteakip derin bir sessizliğe bürünmüştür. Üstelik İsrail, işgalden sonra sadece Refah'ı değil Selahaddin Koridorunu da kontrol altına almıştır. Diğer ismiyle Philedelphia koridoru, Mısır ile Gazze Şeridi arasında Akdeniz kıyısından Kerem Ebu Salim Sınır Kapısı'na kadar uzanan birkaç yüz metre genişliğinde ve 14 kilometre uzunluğunda Gazze'nin dış dünyaya gayri resmi açılan yeraltı kapısıdır. Bu hamleyle İsrail sadece Gazze'nin can damarlarını kesmekle kalmamış aynı zamanda Mısır askerleriyle de komşu olmuştur. Mısır tarafından cılız birtakım eleştiriler gelse de Sisi rejimi daha önceden tehdit ettiği üzere barış anlaşmasını askıya almayarak temkinli siyasetini sürdürmüştür.
İsrail'in tüm ihlal ve işgaline rağmen Mısır, pasif tutumuna devam etmektedir. Görünen o ki önümüzdeki süreçte de bu istikrarlı duruşunu sürdürecektir. Bu duruşu bozabilme potansiyeline sahip tek gelişme İsrail'in işgalde ısrarcı olması halinde Gazzelilerin Sina'ya tehcir edilmesi olabilir. Sisi'nin böyle bir durumda Hamas üyeleri ve özellikle Gazze halkının Sina'ya yerleştirilmesine bile onay vermesi şaşırtıcı olmamalıdır. Ancak burada temel risk Sina'ya yerleşecekler arasından Aksa Tufanı hatırası canlı yeni bir neslin zamanla organize olarak Mısır toprakları üzerinden direnişe devam etmesidir. Böylesi bir ihtimal ya Gazzeliler ile Mısır rejimini ya da Mısır ile İsrail'i karşı karşıya getirmek suretiyle yeni bir savaşın zemininin oluşması anlamına gelmektedir.
Ürdün
Ürdün de tıpkı Mısır gibi, bir tarafta İsrail ve destekçileri diğer tarafta ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan Filistinlilerin birbirine zıt beklentileri arasına sıkışan bir ülke durumundadır. Kral Abdullah, Aksa Tufanı sonrası temel stratejisini mevcut işgalin sonlandırılmasından ziyade on yıllardır devam eden statükoyu bozacak ilave adımların engellenmesi üzerine geliştirmiştir. Bu kapsamda bölgedeki statükoyu bozmaya dönük her adımın karşısında durmaya çalışan Kral Abdullah, İsrail ile ilişkileri bozmamak amacıyla İran'ın İsrail'e saldırılarında füzeleri engellemiş ancak bununla birlikte İsrail'in savaş devam ederken yeni yerleşim yerleri açma girişimini de defaatle kınayan açıklamalar yapmıştır. Buna ilaveten Ürdün'ün bölgedeki tansiyonu iyice yükseltmeye yönelik muhtelif adımlar karşısında da kınama açıklamaları yaptığını ifade etmek mümkündür. Bu bağlamda, İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Itamar Ben Gvir ve İsrailli yerleşimcilerin Mescid-i Aksa'ya baskın düzenleyerek bölgede sloganlar atması kınama ile karşılık verilen olaylara örnek teşkil etmektedir.
Aksa Tufanı'ndan sonra İsrail'in işgal girişimleri karşısında sık sık kınama gerçekleştiren Ürdün, Gazze'ye yönelik insani yardımlarda da başı çekmiştir. Üstelik Gazze'ye havadan yardım bırakan tüm ülkelerin organizasyonunun da Ürdün tarafından gerçekleştirildiğini söylemek gerekir. İsrail'in onay vermemesi durumunda yardımların bırakılmadığı düşünüldüğünde Ürdün'ün İsrail'i de ikna eden aktör olduğu anlaşılmaktadır. Tüm bu izin ve organizasyon süreçlerine ilaveten Ürdün Kralı Abdullah'ın askeri üniforma ve paraşüt ile havada vermiş olduğu görüntü ikonik olmakla birlikte kendi toplumunun da muhtemel infialini azaltmaya dönük bir strateji olarak kabul edilebilir.
İsrail'le ilişkileri zedelememek ve Gazze'ye yardım etmek arasında bir denge tutturmaya çalışan Ürdün için sadece bir tek kırmızı çizginin olduğu söylenmelidir. Tıpkı Gazzelilerin Sina'ya sürgünü gibi zaman zaman da Batı Şeria'da yaşayan Filistinlilerin Ürdün'e sürgün edilmesi İsrail makamlarınca dile getirilmektedir. Mescid-i Aksa'ya yapılan baskın ve Gazze'de uygulanan soykırım dahil hemen her olayı kınayan Ürdün, böyle bir operasyonu doğrudan savaş sebebi kabul edeceğini açıklamıştır. Ürdün'ün bu ihtimal karşısında neden bu denli sert bir karşılık verdiği oldukça anlaşılırdır. Zira ülke nüfusunun yarısından fazlası zaten Filistin asıllıdır. Bir de bu nüfusa Batı Şeria'daki nüfusun eklenmesi halinde Filistinlilerin toplam nüfustaki ağırlığı %70-80'leri rahat bulacak ve Haşimi Krallığının hayatta kalma ihtimali daha da zorlaşacaktır. Bu ihtimalin dışında kalan tüm seçenekler Ürdün için istişare ve müzakere edilebilir özelliktedir.
Sonuç Yerine
Mısır ile Ürdün'ün bundan sonraki süreçte de kendi bekalarını doğrudan etkileyen bir meydan okuma ile karşılaşmadıkça, bölgedeki denklemi değiştirecek bir hamle yapmaları mümkün görünmemektedir. Ancak Lübnan cephesinin genişlemesi ve ardından İran'ı da içine alacak şekilde bölgesel bir savaşın ortaya çıkması halinde İsrail'in mevzi kaybetmeye başlaması, Arap sokaklarının hareketlenmesini beraberinde getirebilir. İsrail'in güç kaybettiği ve zayıfladığı böylesi bir ortamda Ürdün ve Mısır toplumlarının yaşayacağı heyecanı tahmin etmek zor değildir. İşte o zaman gerek Sisi gerekse Kral Abdullah pek de kolay olmayan bir sınav ile karşı karşıya kalacaktır.