Real Madrid maçında Belhanda'nın yuhalanması, ıslıklar eşliğinde kenara gelirken tribünlere verdiği tepki ve Fatih Terim'in maçtan sonra "Bize taraftar lazım, seyirci değil" çıkışının ardından memlekette tribünlerin geçirdiği değişimin röntgenini çekme vaktidir.
Dünyanın her yerinde yeni ve büyük stadyuma geçen her kulübün çektiği sancı aynıdır. Yıllar boyunca 20-30 bin kemik taraftarın önünde oynayan takım, 50-60 bin kişi önüne çıktığında tribünlere ilk kez düzenli gelenlerin "taraftarlaşma" sürecindeki sancıları yaşar.
Özne Belhanda ve Galatasaray ama siz bunu her takım, her stadyum için okuyabilirsiniz elbette...
***
Türk Telekom Stadyumu'nda üç taraftar tipi var. İlk grupta gençlik yılları Mecidiyeköy'deki Ali Sami Yen'de geçen, 14 yıl şampiyonluk hasretini de Avrupa zaferlerini de yaşamış bugün 40 yaşın üzerinde olan taraftarlar. Yeni stada bir türlü alışamadılar, 90 dakika boyunca telefonlarını ceplerinde tutar ve gözlerini sahadan ayırmazlar. Yıllar boyunca bilet kuyruklarında beklediklerinden, karın doyurmanın da adının kötü ama efsane sosisli sandvic ve ayran olduğunu bildiklerinden stadyumda konfor aramazlar.
Hafızalarda yüzlerce maç ve futbolcu olduğundan oyuncunun kumaşından iyi anlarlar ve iş formanın
hakkını vermeye kalır. Mücadele etmeyen futbolcuyu sevmez ama ıslıklamazlar da... Hep içine atan bu kuşağa Prekazi ve Hagi kuşağı diyelim...
İkinci grupta arafta kalanlar var. Çok azı eski Ali Sami Yen ile numaralı tribünde tanışmış, yeni stadyumda da pahalı tribünlerden kombine alan beyaz yakalılar.. Maçtan saatler önce kebapçıda, balıkçıda buluşan, hafta boyunca WhatsApp grubunda taktik analiz yapan, yeni kulüp üyesi ya da olmaya aday, Fatih Terim'in izleyici tanımının karşılığı olan grup. Roy Keane'nin Manchester United tribünlerinde karidesli sandviç yiyip sahada olan biten hiçbir şeyi beğenmiyorlar diye tarif ettiği yeni taraftar modelinin memleketteki şubesi. Deplasmandaki puan kaybının ardından kanalı değiştirip Netflix'de dizi izleyen, bayram tatillerinde ve ağustos-eylülde plajı tribüne tercih eden, devre arasında sushi yiyenler... Futbol maçına gitmeyi sosyal aktivite olarak gören ve adisyonu yüksek restoranda beklediği lezzet ve servis kalitesini sahadaki futbolculardan da bekleyenler... Memnun kalmadığında bahşiş vermediği mekanlardan sonra galip ayrılmadığı maçlarda da takımı ıslıklayanlar.. Onlar Hagi'yi televizyonda, Sneijder'i tribünde
izlemiş sahada Pirlo-Messi-Ronaldo mükemmelliği arayanlar...
Üçüncü grupta ise yaşı gereği eski Ali Sami Yen'i görmemiş, Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı aldığı maçı, unutulmaz golleri YouTube'dan izlemiş gençler var. Hayat hızlı akarken onlara özet geçeceksiniz, yoksa sizi dinlemezler... Futbol menajerlik oyunlarıyla büyüdüklerinden zehir gibiler. Her futbolcunun geçmişini bilen, dizilişleri kendi PC ekranında test etmiş, kupalar, şampiyonluklar kazanmış bir kuşak. Onlara sadece futbolu değil hayattaki çok şeyi beğendirebilmek zor. Çabuk vazgeçiyorlar, çabuk sıkılıyorlar ve acımasızlar. Çalımı atamayan, kademeye giremeyen, topu üstten auta atan her futbolcu onlar için "çöp"...
Sosyal medyada acımasızlar, tribüne geldiklerinde de hayatta daha hiç kaybetmediklerinden, takım kaybettiğinde bunu kabullenmeleri çok zor çünkü evde oyunda kaybettiklerinde yeniden başlıyor, kazandıkları noktada kaydet tuşuna basıp kaldıkları yerden devam ediyorlar. Sneijder ile büyüdüklerinden çıtaları yüksek, Belhanda'yı da yuhalıyorlarsa işte tam da bundan... Gençler, tutkulular ama vefa ve hoşgörü henüz sözlüklerinde yok, belki de hiç olmayacak...
Çok maç var çok... Bir yaranın kabuk bağlaması kadar sürede üç maç oynuyor takımın artık, yüzlerce maç naklen yayınlanıyor...
Hayat artık stadyuma giderken Instagram'a attığın "Düştük yollarına...
Sana geldik yine" hikayesini, maçı kaybettiğin anda silebileceğin kadar hafızasız... Kazanınca Instagram'a, kaybedince Twitter'a çıkıyor yollar...