Aramızdaki hukuk sorunlu. Ortak bir hukukumuz yok. Hani derler ya, "aramızdaki hukuka binaen..." O yok işte...
Elbette yasalar var, yasaların uygulayıcıları var, mahkemeler... Var da herkes başka bir hukukta.
Darbelerin iğdiş ettiği bir sistem bu. Her ne kadar vesayet rejimi denen şeyden uzaklaştıysak da oturup hepimizin onaylayacağı bir anayasa koyamadık ortaya. Birimiz oradan çekiştiriyor, birimiz buradan. Etnik kimlikleri, düşünüş ve tarzları, din yorumlarını, şunu bunu birleştirecek bir masaya oturamadık gitti. O yüzden altımızdaki zemin kayıp duruyor. Kapsayıcı ve eşitlikçi bir şemsiye olmadığı için de en ufak anlaşmazlıkta hır çıkıyor. Yükselen ve kanatlarını açan ülkenin eksiği burada...
Anayasa Mahkemesi konusunda bile anlaşamıyoruz. Mâkul bir sistem kurmalıyız. İfade özgürlüğü, merhamet ve adalet el sıkışıp kol kola girmeli...
***
Kültür konusundaki mahalle kavgası da bundan. Aramızda ortak bir zemin olmadığı için kültürel meseleleri bir meydan savaşı, bir didişme alanı yaptık. Niye filozof çıkmadı diyorlar, e nasıl çıksın? Birbirimizin kuyusunu kazmaktan kelime hazinemize sıra gelmedi ki. Dilimiz işte ondan kelimesiz ve de öksüz kaldı...
Pax Ottomana tam 600 yıl sürmüş. Birlikte yaşama ilkesi bin çeşit insanı bir arada tutmuş. Onların torunlarına bu çağa uygun bir "
Türkiye Barışı" yakışır bence. Çok yollardan geçtik, harika bir ülkenin çocuklarıyız. Irkçılığın asıl yüzü Siyonizm bütün dünyada telin edilmekte. Çok sesli, çok kimlikli bir insan-ı kâmil medeniyeti ecdat sandığından göz kırpıyor bize. Türk demek biraz da bu demek değil mi allasen? Bütün bir arada yaşamaların, yedi iklimli efsanelerin kurucu ilkesi...
Batı, nobran kapitalizmiyle milletlerin gözünde ne hâllere düştü, görüyoruz. Elimizde
Muhammed Mustafa Aleyhisselam'ın diri, herkesi kazanan tebessümü. Hepimizin içinde birer
Yunus Emre. Kalpten kalbe giden yolların meftunuyuz.
Peki niye beceremiyoruz sizce?
***
En büyük problem bence öfke! Bilgelerimiz, velîlerimiz, âlimlerimiz bunu söylüyor bize. Öfkeni terbiye et. Eğer öfkeni terbiye edemezsen güzel insan olman imkânsız. Böyle söylüyor ilim-bilim.
Feridüddin Attar'ın meşhur hikayesi, içindeki yırtıcıyı ehlileştirmeden, yani tekâmül etmeden kurtuluş yok kimseye...
Bedevi-Harici bir hiddet. Pür Kemalist bir infial. Bir taşra hazımsızlığı.
Bir anda patlıyoruz, bir anda çekiliyor bıçaklar, yumruk, kötü söz... Bir bakıyorsunuz, ağzımızda o kirli kara nehir. Düşünebiliyor musunuz, kendi hâlinde bir gönül adamını, bir garip aşığı bile yaşatamadık aramızda. Ah be Ramazan Hoca!
Aramızdaki ilişkiler işte bu durumda...
***
Aramızdaki ilişkiler iyi değil, onu söylüyorum. İrfan, felsefe, "bireyin tamamlanışı" denen şey uzakta kaldı. Bir kültür devrimi lazım bize. Devrim dedim diye hemen aklınıza zapturapt gelmesin öyle. Türkçenin muhteşem denizlerinde keşiflere çıkmalıyız birlikte. Onu demek istiyorum. Yaşayan Büyük Türkçeyle genişletmeli kapsama alanımızı.
Dil olmayınca anlaşma da olmuyor tabii. Birbirimizi yanlış anlıyoruz çoğunlukla. Böyle olunca pata küte mütemadiyen kavga. Çok renkli, çok nağmeli, çok köklü bir ruh, İstanbul, Anadolu, Balkanlar ve dünkü kardeşlerimizi sarmalayan bir lisan lazım. Lisan olmadan nasıl tanış olacağız, nasıl söyleşeceğiz, söyler misiniz bana?
200 yıllık belki de çok daha eski bir fay kırığının problemleri bunlar. Ama şu da var, hayırlı bir şey de ortaya çıktı, konuşuyoruz! Bu iyi. Konuşmalıyız. Konuşanları teşvik etmeliyiz bence...
Belki de Halvetî-Sümbülî şeyhi Merkez Efendi'nin dediği, Tanpınar'ın tekrarladığı şu sözler yaşıyor derinde: "Her şey yerli yerinde, her şey merkezinde."
İlla ki problemlerimiz de öyle. Tam merkezde. Gözlerimizin önünde.
Eğer bunu bir şekilde çözemezsek, aramızdaki her türlü ilişki nafile...