Yağmur nasıl da yakışıyor bu şehre.
Şehre yağmur şakırtılarla gelir, bu bilinir. Şırak diye yanınızdan su sıçratarak geçen arabalar. Sonra boşalan meydanlar. Meydanların melankolik cazibesi gelir sonra. İnsanlar yakasını kaldırır, başını öne eğer, şemsiyelerine saklanır oralarda.
Yağmur bir iç dökmeyi de anımsatır bana. Güzel bir şey olur da sevinçten boşanır ağlar ya insan. Hani ardı bir gönül ferahlığıdır ya bazı dertlerin! Öyle gelir yağmur bana…
"Yağmurun sesine bak aşka davet ediyor, cama vuran her damla beni harap ediyor," şeklinde şarkılarımız da vardır. Mine Koşan kemanlar eşliğinde bir söyler, insanın kalbi darbuka olur inler. Öyledir. Erkin Koray'ın aynı şarkıya yaptığı gitar 'cover'ına bakarsanız daha bir gamlıdır. Sultanahmet'te Türkçeyi yeni öğrenmiş eski bir hippi oturur o şarkının ıslak iskemlelerinde…
***
Yağmur bir iç sessizliği. Bir durulma bir ferahlama, bir sevinç nebatatta. Bereketlenir göller, dereler, yıkanır caddeler. Bir arınma vesilesidir belki de.
Yağmuru dinler, sokaklarda gezinirken, Filistin konusundaki çaresizliğe neden arayıp suçu korkaklıkta bulanların üstünkörü idraki bezdirir ama insanı. Cüzdanı kalın Müslümanların memleketlerindeki gökdelenlere, o betonarme görmemişliğe, İtalya'dan getirilmiş mermerlere, caddelerindeki ünlü markalara, hizmetçi bolluğuna, paraya pula özlem duyanlar; aczimizin suçunu getirip tasavvufta bulanlar, taştırır rögarları, tıkar mazgalları. Şehri su basar maazallah…
Uzatırım ben avuçlarımı damlalara, duru suyla serinletirim sözlerimi. Kepimi çıkarıp başımı veririm yağmura, yıka derim ey Rahman, ey âşık olduğum, yıka ağzımı korteksimi gözlerimi. Yağmurun bir hayrı dokunsun bana…
Bir "kenz-i mahfi" alır beni yağmurda. "Gizli bir hazineydim bilinmek istedim," diyen sözler iner sineme. İner. Bir dikilirim şöyle. Denizin dalgaları bir temkin gibi yükselir kıyıda, bir edep ya resul Allah düşer akla, çekerim içime o yağmur kokusunu da...
Toprak çayır çimen kokusu şehrin parklarındadır, fakat aslı kırda… Orada şakırtılarla değil pıtır pıtır bir yağmur ya da Antalya ormanlarında şorrr diye boşalan bir kovanın nefessizliğiyle. Elmalı'da Kaygusuz Abdal mis gibi çam kozalağı kokar. Onun, "Âdem mânâya denir, suret ile kaş değil" sözü karışır zifiri yeşil ormanlardaki ceylanların sürme gözlerine…
Topraktan geliriz amenna da sudur menşeimiz. Bedenimizin yüzde 60'ı, o iç su, açar mânâ ağzını yağmurda. Açar da ıslatır gırtlağını içimizdeki atâlet. Bir kuantum sıçraması desem, yeri değil. Hani Hz. Ali'nin bal kokan sözleri gibi. En iyisi…
Onu söylüyorum, nokta-i nazarımız inşallah açılır da şu sağanakta. İhtimal dahilindedir umarım, "kendini bilmek" bir bakış açısı olur, yorgun muhafazakâr ve dahi pek modern zatlarımıza…
***
Haddizâtında yağmur olayına şairlerimiz de ihtiram etmişlerdir. Attila İlhan "ne kadınlar sevdim zaten yoktular / yağmur giyerlerdi sonbaharla bir," demiştir. Yağmur giyinen, yağmur yüzlü kadınlardan bahsedilmiştir. Yüzü yağmurlu olanların damla damladır gözleri. O damlalarda saklanır pirüpak bir genç kızın hayâli, ah o kadri bilinmemiş hatıratlar bahçesi...
Filvaki, bazı şah ozanlar yağmura ters de yapmış; "Biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler! / Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler! / Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir / Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler," şeklinde atar da çekmişlerdir…
Yağmur romantik bir şeydir aksine. Büyülü bir kelime… Bir tek istisnası vardır, fakirlerin damlarından ev içlerine akan yağmurun çanak çömlekteki tıp tıpları! Sokakta yaşayan evsizler bir de. Yağmur sızıdır onların tenlerinde…
Yalnız yağmuru cildinde bir sızı gibi duyan başkaları da vardır. Bazılarının derisi incedir. Hassas insanlar denir onlara. Onlar yağmuru ta ciğerlerinde hissederler. İncitilmişlerde, kırılmışlarda, yolda kalmışlarda rastlanır öylelerine.
Yine de yağmur pek yakışır şehirlere, hem şehrengizlere…