Antik vakitlerden beri hep aynı varsayım. İnsan akılcı bir varlıktır, diyerekten...
Platon ve Decartes felsefesinin ve tabii modern iktisadın temelinde hep bu basit fikir yatar.
Aklı ilahlaştıran şu varsayımın tek bir kusuru var, o da yanlış olması!
Zihnimiz farklı alanlardan oluşan karmaşık bir balık ağına benzer. Bir kararı alma esnasında beynimiz duygu çağlayanlarıyla dolar taşar.
Akıl ile hislerimiz arasındaki denge bizi biz yapan şeydir. Bizlere çoğulcu bir beyin bahşedilmiştir. Evet, hayatımızdaki dönemeçlerde seçenekleri akıl süzgecinden geçiririz. Ama bazen hislerimize, duygusal zekamıza kulak veririz. Sezgilerimize, altıncı hissimize. İşin sırrı akıl ve duygumuzu ne zaman nasıl kullanacağımızı bilmekte yatar.
Çünkü insan, "nasıl düşündüğü üstüne düşünebilen" bir varlıktır.
Bu mevzu İslam irfanının en temel meselelerinden biridir...
***
Modern fikriyata akıl veren zat daima Platon. Ya da bizimkilerin tâbiriyle Eflâtun.
Eflâtun, zihni iki atın çektiği bir araba olarak tasvir eder. Akılcı beyin at arabacısıdır. Dizginleri o elinde tutar, kamçısıyla (Sert Laiklik?) atların nereye koşacağına o karar verir. Atlardan biri uslu ve efendidir. Diğeri aşağılık bir soydan gelir. Hırçındır, kırıp dökmeye meyillidir. Bu inatçı at olumsuz, yıkıcı duyguları temsil eder. Arabacının görevi iki atın yola devam etmesini sağlamaktır.
Bu ikiye bölünmüş zihin anlayışı Batı kültüründe saygın bir yere sahip. Aydınlanmanın kalın adamı Descartes (Dekart) da aynı fikirdedir. Dekart'ın akla olan inancı modern felsefenin kurucu ilkesidir. Buna göre duygular kaba ve ilkeldir, gerçeği ancak akıl çözer.
Bacon ve Comte da insanlığın akılcı bilim (Pozitivizm) ile yönetilmesini istemişlerdir. Fransız devrimi sırasında pozitivist tapınaklar icat edilmiş gidip oralarda tapınılmıştır.
Freud de aynı kafadadır. Akılcı beyin Ego, kaba arzuların imalathanesi İd'i, onun hayvani duygularını kabul edilebilir yollara kanalize ediyordur. Freud açıkça, Ego ile İd arasındaki ilişkiyi binici ve atları arasındaki ilişkiye benzetmiştir...
***
Yani, dijital zamanlardan çok önce mevzu çıkmaz yollara girmiştir. Akla takıklara göre insan akılcı bir makinedir. Duygular bu makineye bozar. Duygular olmasa her şey ballı badem olacaktır...
Saf aklın egemen olduğu bir cumhuriyet fikri, rasyonel filozofların ve siyasetçilerin hayâllerini süsleyip durmuş. Bizim cumhuriyetin öncesinde ve sonrasında da bahsi geçen fikir her seçkinin yakasına takılmış.
Fakat bu klasik teori can alıcı bir hata üstüne inşa edilmiştir. Duygusal beyni küçük görmek, bütün yanlışlarımızın kabahatini duygularımızda aramak. Oysa hakikat bu değil. Duygu olmadan akıl diye bir şey olamaz. Olsa da o akıl sayılmaz...
Duygularımız olmadan en basit kararları dahi alamayız. Hissiz bir beyin sadece salata yapmak için elverişli, üstüne limon sıkılırsa tabii!
***
Yeni bilimsel keşifler de bunu söyler. Duyguları tahlil eden, onlardan öğrenen Orbifrontal (Gözyuvarı) korteks adı verilen ve gözlerin hemen arkasında yer alan küçük doku halkası eğer kötü huylu bir tümör nedeniyle zarar görürse tüm kişilik silinmekte, bütün vicdani tereddütler yok olmaktadır...
Bu eşikaltı merkez (Üçüncü Göz?) tüm beyinle iletişimdedir. O hislerimizi bilinçli düşünce akımına bağlar. Düşüncelerimizin çoğu duygularımız tarafından harekete geçirilmektedir.
Duygu olmadan akıl bir hiçtir.
İşte bildiklerimiz ile hissettiklerimiz arasındaki iletişimi kontrol eden bu gözyuvarı korteksi sayesinde derin sezgilere sahibiz...
***
Hayata düalist-ikici bir gözle değil de tekçi bir gözle bakanlar açısından sinirbilim yaratıcı tefekkürlere ilham.
Beynin gizemleri çözüldükçe akıl-hissiyat, bilim-din arasındaki makas da kapanmakta.
İnsan ve kâinat kendini açtıkça salt bilimci görüş seküler ortamlarda bile tepetaklak gidiyor.
Fikrimce, Tevhid (Birleme) düşüncesi dünya sahnesine bu kez baş rolde yeniden giriyor...
Meraklısına:
Jonah Lehrer-Karar Ânı kitabını okuyorum.