Şehrin kırlık bir tarafında, sakin bir mahalde minik bir bahçe katı bulmuştu. İkiz evlerdi bunlar. Kafayı dinlemek istiyordu. Öndeki bahçe Japon gülleri, sarmaşıklar, taflanlar, kısa Osmanlı şimşirleriyle minik bir cennet gibiydi.
Günler huzur içinde geçerken boş olan yan daireye olgun yaşlarda bir karı koca taşınıverdi. Soğuk bir halleri vardı. Neden sonra anlaşıldı ki adam ressamdı. Uzun yıllar Fransa'da mülteci kalmışlardı. 1980 darbesinden kaçmışlar, bir süre süründükten sonra mensup oldukları ölüsevici örgütten ayrılmışlar, adam sokak ressamlığı yapmıştı. 12 Eylül darbesine mesnet edilen birkaç eli kanlı örgütten birine üyeydi, hatta yöneticiydi. Ama işte uyanmış ayrılmıştı. Liberal laflar ediyordu…
Yaptığı resimler kaba oryantalist kopyalardı. Harem, iç oğlanlar, hamamda cariyeler filan gibi şeyler. İstanbul'a gelen turistlere kakalanıyordu…
'O da ekmeğinin peşinde' diye düşündü bizim yufka yürekli kahramanımız. Bozuntuya vermedi. Zaten uzun bir süredir, ülkenin tam demokrat bir silkinme için içerde ortak bir lisan oluşturması gerektiği fikrine fena kafayı takmıştı…
***
Yeni gelenler bir süre sonra baklayı çıkardılar! 'Bizim Paris' şeklinde konuşuyor, memleket insanıyla dalga geçiyor, hatta filtre kahve diye suda eriyen kahve içtiklerini, Türklerin peynir nedir bilmediklerini filan söylüyorlardı.
Bizim adam bu uyuz canlı türü karşısında ya sabır çekiyor, doğrusunu anlatmaya çalışıyordu. Bir gün dayanamadı, şahısları Eminönü'nde büyük bir peynirciye itip ulu orta "bunlar Fransa'dan gelmiş Türk, burada peynir yok diyorlar, akıllandırın şunları" diye bağırıvermişti. Ter içinde kalan Frankafon ikili etraflarını sarıp bin çeşit peyniri tattırmaya çalışan tezgahtarların arasından zor çıkmışlardı…
Sıradan insanlardan korkan, sıfır temas tırsak tiplerdi bunlar. Bir örgütün yönetici koltuğunda oturup gencecik çocukları ölüme göndermek başka, sokakta adam gibi adam olmak başkaydı tabii.
Kendi medeniyetine derinliğine cahil, betonarme Stalinist bir dangalaklıkla gittikleri Fransa'nın karşısında öyle bir aşağılık kompleksine kapılmışlardı ki…
Envai çeşit Müslüman tarz ve meşrepteki Türkiye halkının son yıllardaki diklenmesini hayretle karşılıyorlardı. Gariban halkı direkman küçümsüyor, hele ki modern hayat süren kültürlü insanların camiye gitmesinin altında mutlaka başka bir neden arıyorlardı. Öylesine esir alınmışlardı ki, İslamofobik bir yabancılaşmanın tillahı olmuşlardı.
Mutsuz bir yaşam formuydular. Kaçak durumdayken burada sigortaları ödenmiş, emekli maaşı bağlanmıştı. İyi semtlerde mülkleri vardı. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. Yoksulun yanında yer aldığı söylenen ama yoksulla hiçbir irtibatı olmayan zalim, otoriter bir yalanın acıklı finaliydiler.
80'lerde bir sürü genç heba olmuş, hayatlar zindan edilmişti. Bunlar ise depresif kokoşlar olarak geri dönmüşlerdi.
Ne yüzleşme ne bir şey…
***
Öykümüzdeki huzur arayan elemanın bütün rahatı kaçmıştı. Yan bahçedekiler sabahtan akşama kadar aryalar, şansonlar çalıyorlardı da esas bomba toprakla uğraşmaya başladıkları an patladı.
Böcek yapıyor diye bahçede onlarca yılda yetişen şimşirleri taflanları filan sökmeye başladılar! Bu dandik solcuların doğaya dönme tripleri şımarık bir apartman çocuğunun zekâ seviyesindeydi…
Sonunda bizim adam fırladı ortaya: "Bana bak lan kerkenez, bunları yapmaya devam edersen dayarım amfiyi 24 saat ilahi çalarım burada bak ona göre!"
Huysuz nesep işte o zaman tırstı. Laf anlamaz tipler naklen ilahiyi duyunca geri adım attılar.
Bizimki, bahçenin kendine kalan tarafında kulaklığını takıp Itri'nin senfonik salavatını dinlerken bir kere daha anladı ki bu yaşam formuyla ortak bir dil oluşturmanın imkânı yoktu.
İlahi çalmak dışında…