Geldiğinde değil, gittiğinde anlıyorduk bazı insanları...
Denize doğru baktığınızda yağlıboya bir tabloya bakıyordunuz. Kat kat sahile doğru yeşilin bin tonunda inen ova, adına Olympos denmiş küçük bir tepe, ağaç diplerinde tek tük evler ve deltada binlerce yıllık antik bir yerleşim vardı. Büyük Ressam burayı özene bezene boyamıştı. Arkamdaki Abdal Musa Dağı çamlarla, meşelerle, derelerle akarak 'son hippilerin' çok tanrılı tepesine tecessümle bakıyordu.
Yıllar önce küçük bir kızın dilinden aktarılan nasihate uymuş, İstanbul'dan çıkmış, bir sırt çantası ve bir valiz kitapla Güney'e doğru inmiş, bir kulübe tutup yerleşmiştim. Telefon kapalı, bilgisayar yoktu. Kulübede soba yanmıyordu, elektrikli bir battaniye vardı. Önündeki veranda nar ağaçlarına açılıyor, bitmez tükenmez tropik yağmurlar yağıyordu.
Yedi kilometre filan ötede şirin ağaç evlerden müteşekkil bungalovlar gelecek yazdaki tatilcileri bekliyor, her yazlık yerde kışın görülen insanların yüzünden depresyon akıyordu.
Ormanda uzun yürüyüşlere çıkıyor, zifiri yeşil ne demek anlıyordum. Hava karardıktan sonra yatıyor, horoz sesleriyle uyanıyor, köylünün kapıya bıraktığı ekşimik, yumurta ve köy ekmeğiyle kahvaltı yapıyor, tekrar okumaya ve yazmaya dönüyordum.
Adeta psikolojik harpten, dev bir fırtınadan arta kalandım. Panik atak kapıyı çalmıştı. Ancak yola çıkabilmiştim. Sanırım insanoğlu böyleydi, sağlam bir dayak yemeden kendine gelemiyordu.
Erteleyip durduğum medeniyet tarihini, Mevlâna'yı, Şems'i, Hacıbektaş'ı, İbn Arabi'yi okuyor, ne yalan söyleyeyim Yunus Emre ile hüngür hüngür ağlıyordum. Etrafta çekinecek kimse yoktu. Dışarda sağanaklar vardı, güneş açtığındaysa adeta yaz geliyordu.
Mart sonuydu. Artık yürüyüşlerimi kıyıya doğru yapıyor, arada yüzüyor, yükselen vücut direncimi zinde tutuyordum.
Yine bir gün kumsalda bir dereceğin kenarına oturdum. Bir adam ufuktan derbeder bir yürüyüşle geldi, tam arkamda bir yere oturdu. Elinde bir kitap vardı. Üstünde Vadideki Zambak yazıyordu.
Sakin biriydi. Aklımdan bu mevsimde burada, karısı tarafından terk edilmiş bir akademisyen garanti bu, fikri geçmişti.
Neden sonra selamlaştık. Kitabı sordum. "Dağlarda yürürüm de orada buldum. Kışın sonunda elbiselerimi çıkarır atarım, bazı noktalarda yazlık elbiseler asılıdır, onları giyerim. Sezon başlamadan otellerin hurdalarını satarım, öyle geçinirim" dedi.
"Siz, Arabi?" Uzun süredir yalnızdım, döküldüm. Maceramı anlattım. Sustu, bir ağaç gölgesi gibi önüne baktı. İkinci gün yine oradaydı. Bir 'resulullah efendimiz' deyişi vardı, sırtım ürpermişti. Bir defasında bir Arabi özeti yaptı, bütün düğümleri çözmüştü, ağzım açık kaldı. Marks'ın yanılgısını, Hindistan yolculuğunu... Muhabbeti bitmiyordu. Beşinci gün bir saat geç kaldım, ortadan kayboldu. Bir daha da göremedim...