İnsan kendine daldıkça, çocukluğuyla karşılaşıyor gerçekten.
Çocukluğum cehennem gibi bir cumhuriyette geçti. Ama cennet, ailelerimizin kanatlarının altındaki gizli itirazla filizlendi.
İstiklal Mahkemeleri'nde gelişigüzel kelleler kopmuş, 6-7 Eylül sokakları kana boyamış, tek partinin halksız seçim komedyası, dar kavmiyetçiliğin zulmü Hitler'e misal olmuştu.
Samatya'nın, Küçük Langa'nın kumruları ve kadınları arasına doğdum. Çocukluğum meseller, ilahiler ve anneannemin kalabalık sabah kahvelerinde edindiğim hikmetle -sosyoloji diyeyim hadi, entelektüel bir tat katayım- geçti.
Menderes asılmıştı. Menderesçiler evlerine büyük ata resimleri asmıştı. Atın üstünde, çizmeli ve elinde kırbacı! O kırbaca bakarak büyüdüm...
Sonra Bahçelievler, Yayla, Soğanlı Çeşme. Çam koruları, dereler ve güvercinler. Yemyeşil çayırlarda futbol. Kuyudan tulumbayla su çekmeler, gaz lambasına tülden başlık takmayı öğrenmeler. Tavuklar ve bir kurt kırması. En yakın arkadaşım.
Denizler asılmıştı. Ya CHP ya da Demirel. Aynı davulun tokmakları.
Göçler. Yoksulluk. Şiddet. Mahalle kavgaları ve kimsesizliğin ve fakirliğin iç yakan sonuçları.
Mesela bir ablam vardı benimle misket oynardı. Şiirdeki gibiydi ismi; Fahriye Abla. Bilmiyorum sonradan ben yakıştırdım belki de ona.
O kadar güzeldi ki yüzüne bakmaya kıyamazdım. Kocası bir yerde bekçiydi. Evlerinde bir kilim görmüştüm, bir iki tabure. Sonra bir gün çocuğunu getirdi anneme bıraktı. Hakkını helal et dedi, kayboldu gitti. Yıllarca haber alınamadı kendisinden. Bir gün o eski şavrolelerden biriyle geldi, çocuğunu almaya. Kürk vardı üstünde, yüzünde bir sürü boya. Hâlâ güzeldi ama nerde o eski Fahriye Abla?
12 Mart darbesiydi sanırım. Jandarma cipleri kovalamıştı birini. Adam domateslerin altına yatıp gizlenmişti. Eliyle bana sus işareti yapmıştı. Jandarmalara aşağıları işaret etmiştim. Abiyi eve almıştık, çorba vermiştik. O da yıllar sonra gelip elini öpmüştü anamın. Yanında başörtülü, kırmızı yanaklı bir hanım, kucağında süt kokulu bir bebek...
Ardından çam koruları kesildi, çayırlar göçmen yoksullar tarafından istila edildi, bitti cennet. Üşümüş gibi yan yana güneş görmez apartmanlar.
Ülkede berbat bir sistem vardı. Darbeler oluyordu zırt pırt. Bir soldan bir sağdan gençler asılıyordu. Aksaray Meydanı'nda millet, bir sömürge ahalisi gibi süngüyle duvarlara yaslatılıyordu.
Bir keresinde ta ortaokulda: "Bir kız geldi bizim mahalleye, etekleri mini mini. Mavi gözleriyle sevimli mi sevimli. Bir hayal gibiydi. Bir yalandı hepsi. Bizim mahalleye at arabalarıyla ölüm, aç köpeklerle dehşet geldi" diye yazmıştım da öğretmen tedirgin olmuştu.
Tuvaletleri taşan okullar ve tüp gaz kuyrukları arasında yükseliyordu Askeri Cumhuriyet. Parlamenter lafı sonradan geldi...
Kısa pantolonluyken kızgındım bu sisteme. Seveni yoktu, eski asker babamdan başka! Ondan solcu oldum, değişsin istedim dünya. Sormuşlardı da bir keresinde, Osmanlıyım deyince gülmüştü çocuklar. Osmanlıydım oysa! O kapkara ülkede şans eseri hayatta kaldım.
Dedemin adı Taceddin Bey idi, benim ön adımsa Tacettin! Dalga geçerdi arkadaşlarım. Moda bir isim değildi bu. Sormuştum anneanneme "nedir" diye. "Dinin tacı" demek demişti. "D ile, ama söyleme sen kimseye!"
Bu rejim, bu kurucu cumhuriyet harflere bile inzibat, abus suratlı bir sistemdi. Nihayet son nefesini inşallah 15 Temmuz'da verdi...
Yeni bir zamanda, yeni bir demokrasiyi arıyoruz, biliyorum. Geçmişi bugüne getiremeyiz fakat:
Dedemin mektuplarındaki o kayıp Türkçe! Irkçılığa reddiyesi ve incili bir hazineyi andıran lisanı ile Osmanlıdır benim ünsiyetim. Hatasıyla ve illa ki sevabıyla.
Osmanlı hanedanından bir hanıma dedeleri üstünden hakaret edenler de bilmeli ki, mutedil bir tartışmayı beceremeyeceksen susmak elbette evlâ!
Susun ve eğilin haşmetli köklerinizin önünde birkaç dakika.
Çünkü biliyorsunuz, diğeri çoktan geçti halksız yani "asılsız" cumhuriyetler sayfasına...