Şuursuz modernlerden, yalandan anarşistlerden, pinti nihilistlerden, bezgin sosyalistlerden, bedbin şairlerden, bipolar sevgilerden, yukarı mahalle denen Beyaz Sıkıntıdan firar ettik ama bitmiyor çile Çekirge. Beyazlar dırdır peşimizde.
Ne söylesek kabahat. Ne söylemesek yine kabahat! Bence de Amerika'yı, daha sonra sömürgeci beş para etmezler, Hindistan'a geldiğini zanneden ve acilen karşılaştığı yerlileri iğdiş eden Kolomp değil, Piri Reis haritalarına, bugün bile sırrı konuşulan o bilgiye sahip Müslüman denizciler, Afrika kıyılarında bir nevi eşitlik cumhuriyeti kurmuş Müslüman korsanlar keşfetti. Bu Avrupalılar o sırada ahmaklık içinde, kan içinde debeleniyorlardı. Cahil idiler. Evet, öyleydi, ne var bunda?
Batılı düşünce adamları bunları daha önce yazdılar. Bizim ülkeden yeteri miktarda Kemalist değil diye kaçırdığımız ve Batılıların kaptığı muhteşem bilim tarihçileri (mesela Fuat Sezgin) İngilizce, Almanca bu fikirlerini yayınlamışlardı ayriyeten...
Ama Erdoğan söyledi diye; biz söyledik diye ne kudurdular be Çekirge!
Elleme kudursunlar...
Fakat geçtiğimiz hafta ne güzel bir pastırma yazı yaşadı İstanbul! O da var. Şehir kıştan önceki son turfandasını verdi. İçimiz giden yazın hikmetli vedasıyla yanarken, Yeni Türkiye'nin yeni bir zihniyetle çözülmesi gereken problemleri tek tek ortaya çıkarken, aldım bedeni, sokaklara vurdum.
Perşembe Pazarı'nın arkasındaki gizli bahçeye, halka kalmış o son vahaya, Haliç kıyısına indim. Ağaçların altındaki tahta masalara akşam bir yaz tadında ve demli indi.
Karaköy Parkından fotoğrafa bakınca şehir; Süleymaniye, Yeni Camii, Topkapı Sarayı, Saat Kulesi ve Galata Köprüsü'yle "beşibiryerdelerini" takmıştı, ışıl ışıldı. Kadim dostum Hayalet İrfan sigarayı bırakmıştı, sürekli bir şeyler yiyordu. Lafın sonunda "ee işte malzeme bu, bununla yapacağız ne yapacaksak oğlum, hayat, öyle şeyler, böyle şeyler!" demişti. Lafın başını dinlememiştim...
Beyin kabuğumda sisli bir şeyler, şimşekli bir bulut vardı. Etrafta gecenin tadını çıkaran sakin insanlar, yan tarafta 70'lerden çalan aranjmanlar...
Ayıdan sırt çantasıyla komple bir kız çocuğu olarak yaşlanmış meczup hanım "bir liran var mı acaba?" diye gülümseyerek damladı. Sonra ezan okunurken akordeon çalmaya devam eden Roman kızına şarladı.
Gece ilerlerken, son vapura kadar Fındıklı'da yürüdüm. Hayaller, düşünceler, sesler:
Bir ceylan gördüm, çok eski bir arkadaştı. Bir besmele duydum sanki bütün kitaptı...
Barışa doğru konuşanların ortak bir ayet bulması şart. Bu iç savaşı bitirmeliyiz bir an önce... Diye ortaya karışık düşünürken, bir ses şöyle fısıldadı:
"Aramızdaki müşterek kelimeye gelin, diye seslenir Kur'an. Birlikte aynı amaç ve anlamda yaşamaya. Ancak Tevhid'in özü ilahi değerleri esas almaksa ve ilahi değerlerin özü de insan olmak ve insan kalmaksa... Ben ortak ayetimizin insani değerler olduğunu düşünüyorum. Müslüman veya bir başka inanç sahibi veya inançsız bir insan! Hepimiz önce insan olmak durumundayız."
Ey benim şekillerin, verilmiş ezberlerin, sathi bilgilerin, özet alıntıların yetmez hayatı! Öyle bir devrimin ortasındayız ki, dünyalara konuşuyoruz hep birlikte. Yetmez artık eski şeyler. Al diyoruz onun için Büyük Hakikate, al götür bizi ötelere...
Bi'baktım coşmuş, konuşuyorum! Neyse ki kimsecikler yok kulak mesafesinde.
Karşıda Khalkedon, etrafta heykelimsi zamazingolar... Genç bir çift banka oturmuş kavga ediyordu. İçkiyi fazla kaçırmışlardı, olurdu. Abartmasınlar diye dua ettim.
Vapurun -affedersiniz- kıç üstüne, açığa yerleştim. Eski mahalleden bir kaç "fabrika ayarını" ustalıkla ve letafetle savuşturdum. Tam şehrin gece kıyafetli o muhteşem siluetine takılıyordum ki... Geldi karşıma bisikletçi Kenan dikildi! Daha "nasılsın" der demez, "koşturuyorum abi, çok para lazım" dedi. "Çok para söyleme, olanı da çeker alır, yanarsın alimallah!" dedim. Biraz tırstı, gözleri gölgelendi. "Yok be abi almaz, seviyor beni!" Manidar güldüm, sustu. Telefonunu çıkarıp sosyal oldu.
Denizin şıpırtısı yeniden göğsüme oturdu...
Eve yürürken ıssız ada yolları ve bir şey söyleyecekmiş gibi duran ağaçların gölgeleriyle üstüme bir şiir sindi. Ceketimde bir usul isyan, sakallarımda terk edilmiş bir Afrika, içim dışım Sudan.
"Ee işte böyle şeyler, öyle şeyler Çekirge" diye söylenirken, Hayalet İrfan'ı hatırladım!
Vay be!
Ne tumturaklı bir şehirdi bu. Ne tuhaf hikâyeydi bu hayat...