Geçen hafta Hakk'a yürüyen münevverin, Ayşe Şasa'nın macerası, Türkiye'nin macerasıdır.
"Kökleriyle barışamayan bir toplumun soylu işler yapması mümkün değil" demiş. Daha ne desin?..
1997 yılıydı. Özal'ı halletmişler, bankaları cebellezi etmişlerdi. Bize gelince, manevi krizler içinde şaşkın, kıblesini kaybetmiş yalnız çocuklardık. Midesi hassas özgürlükçü- demokratlar olarak ya medyanın arka odalarında çürümeye gönderilmiş ya da istifa ettirilmiştik.
Yıllar sonra darbeci bir plan olduğu ortaya çıkacak olan Müslüm Gündüz-Fadime Şahin rezaletinin, o yarı çıplak ev baskınlarının, aşağılamanın, linç'in karşısında Negatif Dergisine "Malum Organ" diye bir yazı yazmıştım. Yayınlandıktan sonra "özgür medya" çevreleri yazıyı bezdirici bir sessizlikle karşılamışlardı! Tık çıkmamıştı.
Sıkıntı içinde otururken ev telefonu çaldı, açtım. Karşımda derinden gelen teklifsiz bir kadın sesi. Yazıyı okumuştu. "Sizi tanımak istedim?" dedi.
"O kadar da yalnız değiliz, sıkma kendini" diye duydum tabii ben onu! Dostluğumuz böyle başladı. Bir süre sürdü ilaç gibi gelen, iyileştirici günlük konuşmalar... Bunu hep yapıyordu Ayşe Hanım. Kendi telefon cemaati vardı! Bir çok insanı telefonla buluyor, onlarla bilge sohbetlere giriyor, gönül alıp gönül veriyordu.
Ayşe Hanım seçkin bir aileden geliyordu. Çok iyi bir eğitim almış, yabancı dadılarla Batı kültürüne göre büyütülmüştü. Birkaç dil bilen bir Marksist olmuş, içinde yer aldığı sınıfı, sistemi eleştirmiş, değiştirmek istemişti. Kemal Tahir'i, Halit Refik'i, Atıf Yılmaz'ı tanımış, devrimi sinemada yapmaya meyletmişti. Muhteşem senaryolar yazmıştı.
ÇOK YALNIZIM GELİN KURTARIN
Zekası ve sezgileri onu hep büyük bir farkındalık halinde tuttu. 8 yaşındayken yazıp bir şişeye koyarak denize attığı mektup genel bir işaret fişeğiydi aslında. "çok yalnızım, gelin beni kurtarın!"
Batılı, nihilist bir kimlikle ne Batı, ne de bu fotokopi düzen eleştirilebiliyordu. Şizofreni kapısını çaldığında durum buydu.
"En değerli sermayem yaşadığım hastalıktır. Aldığım eğitimin zehri, toksik etkisi bütün şuurumu kaplamıştı."
Türkiye'yi anlatıyor sanki! Bizi anlatıyor...
Sonra Sufi pirlerle, pir-ül âlâ İbn Arabi ile karşılaşma ve arkasından krizinin bir iman krizi olduğunu idrak etme ve kurtuluş.
"Bedeni bu diyarda nefsi başka coğrafyalarda gezinen insanların patolojisidir yaşanan. 'Tutmayın beni Batıya gideceğim!' diyen, ruh medeniyetini kaybetmiş insanlar. Şizofreninin kolektif bir türü..."
Bohem sanatçı halka kafi miktarda bir ukalalıkla bakar. Şikayetçidir ama ne var ki yabancılığının acısını da yaşar! Ta ki İslam velileriyle karşılaşana kadar. Kendine gelmesi tabii bir süre alabilir, lakin artık kapı açılmıştır.
Onun bize anlattığı budur...
Ayşe Şasa'nın yolculuğu, kimliğininin kutsal sırlarını keşfedişi; İslami köklere karşı inşa edilen zihinlerin, dip dalga karşısında fazla bir şansının olmadığını da ispatlıyor...
ER KİŞİ NİYETİNE YAŞADI
Ruhsal köklere giden yol çetrefilli ve yorucu illaki. Şasa, bir de bize bunu öğretti. Adına şizofreni denen illet nimete dönüşebiliyor ama bu yolda! Bu da var.
Hakkın, hakikatin, dinin dairesine girdiği için hor görülen, itilen kakılan, kişiyi yalnızlaştıran bir maceradır bu. İnsanın ruh denizinin fırtınalarla, depremlerle sarsılması demektir.
Değişimin, doğumun, ölüp ölüp dirilmelerin çağına tanık oluyoruz. Ondan yarılmaktadır bilinç, dünya, toplumlar... Doğum olabilmesi için ortasından çatlaması gerekmektedir çünkü tohumun!
Bebek doğuyor, nehirler birleşiyor, denizler okyanusa kavuşma istidadı gösteriyor. Damla, derya karşısında haddini görecek! Bir kere ummanları kaplayan suya katıldı mı da geçmiş sancılar silinecek...
Zamanını aşan bir film "Ah Güzel İstanbul"! Baş rollerini yazarken şehrin memnuniyetsizlerini ikiye böler Şasa! Haşmet ve Ayşe'de bugün çatıştığımız Cumhuriyetçi zihnin paradigmasını verir. Haşmet, düşkün bir elit, yeni hayatla problemli bir hümanist, bir "alkol-sigara" adamıdır. Ayşe ise artist olup yırtacaktır! Haşmet söyle der bir yerde: "Hayatım boyunca çalışmadan nasıl yaşarım diye çabaladım!"
Ayşe Şasa derin bir hanımefendiydi. Işığını arayan bir ülkenin kızıydı. Cenazesinde davudi bir Cerrahinin ses verdiği gibi, "er kişi niyetine" yaşadı ve gitti.
Yolun başındayken titreyen ellerimizden tuttu...