Onunla ne zaman karşılaşsam, içimden hep Avni Anıl'ın ölümsüz Kürdilihicazkar şarkısının nağmeleri yükselir: "Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un..." Bir tuhaf olurum. Onunla ne zaman göz göze gelsem, yüreğimin bir yerlerinde rahmetli annemin 1960'larda onun filmlerinin birinden çıkışında, daha doğrusu her filminden çıkışında "Çevreye ayıp oluyor" uyarılarıma rağmen bastıramadığı hıçkırıklarının yankıları yükselir. İçim acır. Onunla ne zaman bir masayı paylaşsam, eşimin ve oğullarımın TV kanallarında onun imzasını taşıyan bırakın izlemeyi adını bile duymadığım diziler üstüne yaptıkları tartışmaları anımsarım. Cehaletimden utanırım, söyleyemem. Onunla ne zaman sohbet etsem, annemin bir başka anısı sökün eder belleğimin arşivinden. Hüzünlenirim. Anlatayım: 1965'te CHP'ye oy vermeye ikna ettiğim annem, seçimin hemen öncesindeki gece sinemada -yineonun filmini seyrettikten sonra fikir değiştirip ertesi gün bana zerrece belli etmeden Süleyman Demirel'in Adalet Partisi'ne oy verdi. Daha sonra -iş işten geçtikten sonra tabii- sırrını daha fazla gizleyemeyip bana bu "Siyasal devrim" inin öyküsünü olanca içtenliği ve masumluğuyla anlattı. Ben de ağzım açık dinledim. Seçim arifesinde seyrettiği onun imzasını taşıyan filmde, ilk kez kurulu düzenin simgesi zengin fabrikatörün oğlu iyi kalpli çıkmış, arazi işgalcisi yoksul gecekonducuların safına geçmiş. Rahmetli annem de bu değişik sonu kafasındaki yarım yamalak siyasal imgelerle harmanlayıp Demirel'le özdeşleştirmiş; iyi mi? 20'sine basmamış ben, tıfıl halkçı "Ne yaptın anne?" demiş, sonra da sözde sol tahlile dayalı sıkı -en azından öyle sanıyordum- bir nutuk çekmiştim: "O adamın bugüne kadar seyrettiğin filmlerinde, başroldeki fabrikatörün taş kalpli, oğlunun ise daha bilinçli sınıfsal imtiyazlar bekçisi olarak babasına rahmet okutacak kadar gaddar olduklarını, buna karşılık beş kuruşa çalıştırdıkları işçinin ise iyi insanı simgelediğini, ne var ki bütün bu mesajların senin günlük yaşamındaki çilelerinin birikimi öfkeni beyazperde önünde zararsızca boşaltmanı amaçladığını anlamıyor musun? Dahası yine onun filmlerinde sahipli araziye gecekondu inşa eden yoksulun kurulu düzene başkaldırdığını, o arazinin sahibinin de 'Böyle gelmiş böyle gider. Ben kazandığım 100 liranın 1'ini veririm, üstüme gelirlerse yüzde 100 zamla 2'ye çıkarıp onları sustururum' diye özetleyebileceğimiz kendinden menkul meşruiyet anlayışıyla, kurulu düzene öfkenin yanardağ patlamasına dönüşmeden güvenlik çemberine alınmasının örneklerini anlattığını görmüyor musun? Bu açıdan konuyu ele alınca, seni etkileyen sürpriz sonun, yoksul emekçi kesimine yeni bir tuzak olduğunu fark edemiyor musun?" Breh... Breh... Bu uzun, karmaşık, sözde toplumsal yorumlarımı hiçbir şey anlamadan dinleyen annem, ben uzun nutkuma son noktayı koyduktan sonra kafasını kaşımış, sonra bana -bilimsellikle en ufak ilgisi olmayan- bir cümlelik yanıtla siyaset bilimi dersi vermişti: "İyi ama evladım, bu onun en yeni, en son filmi. Demek ki artık o da bu düzenin böyle gitmeyeceğini görüp, zengin kahramanlarını doğru yola yöneltmiş. Bu, sağın da biraz sola kaydığı veya sizin deyiminizle egemen sınıfların toplumsal sorumluluklarının farkına varmaya başladığı anlamına gelmiyor mu?" Ağzım bir karış açık kalmıştı. Çünkü tahlili, sözün bittiği yer anlamına geliyordu.
40 YILDA HER ŞEY DEĞİŞTİ
Şimdi iş dünyasındaki sosyal duyarlılığı gördükçe, annemin o dönemdeki sentezinde ne kadar haklı olduğunu anlıyorum, ama gel de 1960'ların ortasında, kapı kapı dolaşıp Türkiye İşçi Partisi'ne oy isteyen, dahası o parti listesinden bağımsız aday olan -ve kazanan- ama Ege'deki tütün mitinglerinde saldırıya uğrayan günümüzdeki meslek büyüğümüzü korumaya çalışırken bir hayli yeri moraran delikanlıya (yani 40 yıl öncesinin ben kulunuza) anlat... Anlatamadı tabii rahmetli anneciğim. Ama ben şimdi anlıyorum (en azından anlayışla karşılayabiliyorum). İş işten geçse, annemin gönlünü alacak itiraf fırsatını 40 yıl önce kaçırmış olsam da.
***
İçimdeki bu duygu tsunami'lerinin sorumlusu Türker İnanoğlu. Bizim canımız Türker Babamız. Altın kalbini çok geç keşfedebildiğim (Kusur bende değil, beni geç zamanda İstanbul'a atan kader rüzgarlarında) sevgili Türker Ağabeyim. O da ilk gençlik yıllarımı ne denli etkilediğini bu yazıda öğrenecek. Dedim ya; utanırım, söyleyemem
***
Bana "Türker İnanoğlu'nu tek cümleyle özetle" derseniz, imkanı yok beceremem. Ama birkaç cümlede anlatma fırsatı verirseniz, belki bir şeyler söyleyebilirim. Örneğin şunları: - O, İstanbul'un en iyi yerlerinde yaşamasına, herkesin (ne yalan söyleyim; benim de) önünden (deniz tarafından) iç çekerek geçtiği yalıda oturmasına rağmen, filmlerinde doğal dekor olarak çok ama çok sıklıkla İstanbul'un çamur deryasında kaybolan gecekondularını seçti.
FİGÜRANLARI DA AĞIRLADI
- O, İstanbul'un en pahalı semtlerini mesken tuttu ama filmlerinde arazi işgallerine, gecekondu akınlarına uygun bölgelerin adresini neredeyse alenen gösterdi. - O, hem İstanbul'un (ayrıca Avrupa'nın ve de ABD'nin de) en lüks restoranlarında özel masalarda ağırlandı, hem de en bitirim pavyonlarda sabahladı. - O, bilmem kaç yıllık viskiyi de Beyoğlu batakhanelerinde ölçüyü kaçıracak kadar çay karıştırılmış viskiyi de aynı keyifle içti. - O, kurulu düzenin gelmiş geçmiş tüm seçkin ve de saygın isimlerini de ağırladı, Tarlabaşı'nın bilmem ne semtinde izbe bir dairede ömür çürüten figüranlarını da. - Ve nihayet o, sinemayı bir atlama tahtası olarak değil, bir çekim merkezi, bir hayat gördü. Sinemadan kazandığını bireysel zenginlik değil, toplumsal sorumluluk faturasını ödemesini sağlayabilecek bir kaynak olarak gördü. Görmekle kalmadı, gereğini de yerine getirdi. Hem de fazlasıyla.
***
Bu bir biyografi ya da yaşam öyküsü değil (Zaten İnanoğlu'nun o konunun meraklılarının tüm sorularına yanıt verebilecek "kallavi" bir kitabı yayınlandı). Biz sadece -her pazar bu sayfalarda yapmaya çalıştığımız gibi- seçtiğimiz kahramanın bizim gözümüzden ve kalemimizden yansımalarını aktarmaya çabalıyoruz. O nedenle portremize konu olan kişinin özel hayatına girmemeye özen gösteriyoruz. Türker Ağabey'de de bu kuralı uygulayacağız. Özel hayatında -gençliğindeki çapkınlıklar dışında- bir sakatlık olduğundan değil (Tam tersine kendisi eski defterlerin açılmasından müthiş keyif duyar), o alanda bir hayli riskli mesleği ile evi arasında -Çin Seddi kadar yüksek olmasa da- yeterli bir koruma duvarı örmeyi başarabildiği için.
***
"Yeşilçam'ın Gerçek Kralı" diye anılan Türker İnanoğlu, 18 Mayıs 1936'da Safranbolu'da doğdu. Ama ailesinin o zamanlar bile İstanbul'da (Kanlıca'da) bir yalısı vardı. Yazları gelip kalırlardı. Zaten İnanoğlu'nun Yeşilçam kariyerinde ailesinden gelen o konumu çok önemli rol oynadı. İlk ve orta öğrenimini anlatmaya kalkarak (hepimizin o döneminden aman aman bir farkı yok) yerimizi doldurmayalım, İstanbul Üniversitesi Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesi'nde okurken (20 yaşındaydı), bir gün rastlantı sonucu dönemin önde gelen Yeşilçam yönetmenlerinden (o zamanlar "rejisör" deniyordu) Nişan Hançer'le tanıştı. İleride filmlerde sıkça göreceğimiz olasılık hesaplarını alt üst eden- rastlantılara bile taş çıkaracak bir kader kesişmesiydi bu. Özetle şöyle: İnanoğlu ailesinin Kanlıca'daki yalısının dip komşusu II'nci Abdülhamit'in ilk sadrazamlarından Saffet Paşa'nın torunu Kadri Cenanetli Bey'di ve bütçesini denkleştirmek için konutunu film çekimleri için kiraya veriyordu.
ÖNCE REJİ ASİSTANI OLDU
300 yıllık Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı'na (İkinci Köprü'nün Anadolu'daki ayaklarının gölgesinde, rüzgarların mekan tuttuğu o ahşap harabeden gecenin bir vaktinde şanlı geçmişe yakılan ve hıçkırıklarla kesilen ağıtların yükseldiği anlatılır) pek de uzak olmayan Saffet Paşa Yalısı'na bir öğleye doğru yine film ekibi üşüştü. Komşu Türker İnanoğlu da onların gürültüsüyle ömre ömür katan Boğaz esintilerinin beşik işlevini gördüğü uykusundan gerinerek uyandı. Saffet Paşa Yalısı'nın bahçesindeki koşuşturma ilgisini çekti. Gitti, ne yaptıklarını sordu, "Film çekeceğiz" dediler. Meraklandı. Işık, kamera, oyuncuların makyajı. Büyülenmiş gibi izliyordu. Bu işin eğitimini nereden aldıklarını sordu. "Ustalardan" yanıtı verdiler. Dahası, "İstersen sen de yapabilirsin" diye kışkırtıcı ekleme yaptılar. Bu yanıtla tuzağa mı düştü, yoksa yolu mu aydınlandı; karar sizin ama hemen o gün Türker Baba, reji asistanı olarak ekibe alındı. Tabii ücretsiz. Yıl 957! Giriş o giriş. Asistanlığı çok da uzun sayılmayacak bir süre sonra rejisörlük izledi, sonra yine insan ömrüyle karşılaştırıldığında pek de yer tutmayan zaman diliminde yapımcılık. Yani kendi adına şirket (Erler Film) kurup film çevirmek. Daha sonra buna çevirdiği filmlerin gösterimi için sinema işletmeciliği (Atlas ve Kent sinemaları) eklendi. 50 yıla bir parmak kalan sinema kariyerini rakamlarla özetlemeye çalışalım: Sayabildiğimiz kadarıyla 312 filmde (1960'tan 1993'e kadar) imzası var. Bunların 78'inin yönetmenliğini yaptı. Yeşilçam'da ortak yapım akımını o başlattı: Hong-Kong, İtalya, İran, Yunanistan şirketleriyle ve sanatçılarıyla Türkiye'de çok ama çok yankı uyandıran filmler çevirdi. Filmlerinin dökümünü yapmaya kalksak, bu yazının diziye dönüşmesi gerekir. Sadece birkaçını anımsatalım: Leyla ile Mecnun, Yarınsız Adam, İhtiras Fırtınası, Kayıp Kızlar, Yumurcak, İçimizden Biri, Hancı, Doğmadan Ölenler, Mirasyedi, Osmanlı Kabadayısı, Evlat Uğruna, Altın Kalpler, Babamız Evleniyor, Kara Murat, Kanun Namına... Durun, bitmedi. Türkiye'yi video kaset teknolojisiyle o tanıştırdı ve ilk video dağıtım şirketini de o örgütledi: Ulusal Video. Oradan kazandıklarıyla video filmleri çekmek için ayrı bir şirket kurdu: Ulusal TV. Ve de muhteşem stüdyolar. Unutmadan; Türkiye'nin ilk cep sinemaları da onun armağanı. Yine bitmedi. Video furyası geçince, Ulusal TV'yi televizyonlara program üreten yapıya dönüştürdü. Bugüne kadar 8 bin saati geçti hazırladığı programlar. Rahmetli Turgut Özal'ın "İcraatın İçinden"inden tutun "Bir Başka Gece"ye, "Söz Meclisten İçeri"den "İşte Müzik İşte Eğlence"ye, "Karambol" dan "Vur Patlasın Çal Oynasın"a, "Hodri Meydan"a kadar. Ve de daha neler neler... Sonra sıra TV dizilerine geldi: "Sevginin Gücü", "Zirvedekiler", "Cümbüşiye", "Yaseminname", "Haşlama- Taşlama", "Tatlı Kaçıklar", "Sibel", "Kaldırım Çiçeği", "Sarah ile Musa", "Böyle mi Olacaktı", "Affet Bizi Hocam", "Zehirli Çiçek", "Köşe Kapmaca", "Yapayalnız", "Gurbet Kadını" ve elbette "Çiçek Taksi" ve de "İkinci Bahar".
ÖRNEK KÜLTÜR MERKEZİ
Ama bana göre Türker Baba'nın en büyük, en ölümsüz eserleri 7. Sanat'a eleman yetiştiren TÜRVAK Sinema Televizyon Okulu ile Maslak'ta Darüşşafaka Lisesi'nin hemen bitişiğindeki TİM oldu. Yani Türker İnanoğlu Maslak Show Center. 10 bin metrekarelik alana inşa ettirdiği müthiş kültür merkezi. 2010 kişilik sinemalı salon (şovlar, müzikhaller, defileler, konserler için), 5 cep sineması, tiyatro salonu, toplantı salonları, kafe-barlar ve sinema ürünlerinin satıldığı dükkanlarla Türkiye'de eşi olmayan bir mekan. Gidip görün. Ayrılamayacaksınız. Ününü İnanoğlu'na borçlu olanların hepsini saymaya da yerimiz yetmez. Birkaçını anımsatalım: Türkan Şoray, Necla Nazır, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Coşkun Sabah, Gülşen Bubikoğlu, Demet Akbağ, Bülent Ersoy, Yasemin Yalçın, Seda Sayan. Hayatta tüm hedeflerine ulaşan İnanoğlu'nun şimdi gerçekleşmeyi bekleyen iki hayali kaldı: 1- TİM'in o muhteşem salonunda Broadway müzikalleri sahnelemek. 2- Meslekte 50'nci yılını kutlayacağı 2007'ye kadar "Türk izleyicisi onu özledi" dediği eşi Gülşen Bubikoğlu'nun başrolde oynayacağı bir dizi çekmek. Sonra? Mesleğe veda. Bakın şimdi... Gecenin bir hayli ileri saatinde bu satırları keyifle döktürürken 1965 seçimlerinde annemin siyasal tercihini değiştiren filme takıldım. Neydi adı acaba? Türker Baba'ya ilk gördüğümde soracağım.