Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERDAL ŞAFAK

Atlı Köşk'te bir saraylı

O, Türkiye ile Avrupa arasında her yıl yeni bir kültür köprüsü kuran bir kahraman. O, uygarlıklar diyaloğunun sakin ama son derece etkili bir mimarı. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer'den söz ediyoruz

1980'lerin ilk yarısıydı. SABAH'ın henüz dünyaya gelmediği yıllar. İzmir'deki Yeni Asır'ın üst yönetimini oluşturan kadrodan sayılan ben kulunuz bırakın günümüzün yatırım araçlarını, henüz borsası bile olmayan Türk ekonomisinin nabzını tutmak için, yılda birkaç kez İstanbul'a gelirdim. Ekonominin aktörleriyle 10-15'er dakikalık görüşme için hazırlıkları haftalar süren program kesinleşince. Ve her defasında mutlaka o yıllarda Fındıklı'da olan Sabancı Holding merkezinde rahmetli Sakıp Sabancı'nın kapısını çalardım. Her ziyarette. Sektirmeden. O ziyaretlerin birinde -hiç unutmuyorum, Yeni Asır'ın o dönemdeki İstanbul temsilcisi Nevzat Ünlü ile birlikte gitmiştik- Sakıp Ağa yine aş ve işin tek reçete olarak "Sanayileşme, sanayileşme, sanayileşme" dediği, ardından yumruğunu masaya vurup "Fabrika, fabrika, fabrika" diye dramatik vurgular yaptığı sırada kapı çalındı ve özel kalem müdürlüğünü -yıllardır- yürütmekte olan asker emeklisi, aralıktan başını uzattı: "Anadolu'dan bir genç gelmiş efendim. Size bir şey göstermek istiyormuş. Ben inceledim, dikkatinize sunmaya değer buldum. Konuğunuz olduğunu, beklemesini söyledim ama işi aceleymiş, dönmesi gerekiyormuş. Ne dersiniz; oyalayayım mı, göndereyim mi?" Sabancı "Ağalar yabancı değil, hele bir getir" dedi ve koltuğunun altında mukavva kutuyla bir genç içeri girdi. Biz kenara çekilip izlemeye başladık. Genç mukavva kutuyu açtı, içinden bir mahfaza çıkardı. Sonra onu açtı ve büyülendik: Eni bilemediniz 5 santim ama boyu 100 metrenin üstünde bir rulo düşünün. Bunun bir Kur'an'ı Kerim olduğunu gözünüzün önüne getirin.

SAKIP AĞA İLE PAZARLIK
Genç adam Sakıp Sabancı'nın geniş ofisinde geri geri giderek ruloyu sonuna kadar açtı, sonra kendinden emin bir gülümsemeyle "Nasıl buldunuz ağam?" diye sordu. Sakıp Ağa hiç renk vermedi, "Ne istiyorsun?" diye sordu sadece. Genç "Siz ne takdir ederseniz?" diye boynunu büktü. Ama malının değerini bilen bir ifadeyle. Sakıp Bey üsteledi "Sen satıcısın, hele bir fiyatını söyle..." Genç bir süre yutkunduktan sonra bir rakam söyledi. Ağa "Uçmuşsun sen" dedi, gencin "Sizce ederi ne?" sorusu üstüne, o da bir değer biçti. Sonra inanılmaz sahneler yaşadık. Fiyatı beğenmeyen genç ruloyu topluyor, Sakıp Bey "Hele bir dur" diyor, "Sen biraz in ben biraz çıkayım, bakalım nerede kavuşacağız" diye müdahale ediyordu. Gencin beşer beşer indiği, Sakıp Sabancı'nın birer birer çıktığı pazarlığın ortasında izin isteyip ayrıldık. Kapıdan çıkarken genç bir kez daha Kur'an'ı kutusuna koymaya çalışıyor, Sabancı "Bu ne sinir, sen tok satıcı mısın" diye söyleniyordu. Pazarlığın sonucunu yıllar sonra Emirgan'daki Atlı Köşk'teki Sakıp Sabancı Müzesi'ni gezerken öğrenebildim. Küçücük bir kutuya sığdırılabilen o yüz küsur metrelik ruloya yazılı Kur'an'ı Kerim bir vitrinin arkasında duruyordu. İçim ısındı. Sakıp Ağa'nın "Sabah yatağında doğruluyorsun, Boğaz'ın dalgaları yüzünü yıkıyor" diye anlattığı, daha sonra "Varsa yoksa fabrika yaptık ama zamanla bunun tek başına yavan olduğunu gördük, taçlandırmak için sanat ve kültür gerektiğini anladık" diyerek, sülalesinin soyadını taşıyan Türkiye'nin en saygın bilim yuvalarından Sabancı Üniversitesi bünyesinde müzeye dönüştürdüğü Atlı Köşk'teki sadece birinin öyküsünü anlattığım hazineler şimdi Nazan Ölçer'e emanet.

KÜLTÜR, SANAT MİSYONERİ
Türkiye'nin en önemli kültür, sanat insanlarından biri olan ama daha önemlisi dünyanın en önde gelen müzecileri arasında sayılan Nazan Ölçer'e.
Sadece müzeciliğiyle değil, ondan da önce Türk-İslam uygarlığı üstüne engin bilgisiyle referans kaynağı olan Ölçer'e. Hele hele Türkler'in insanlığa müthiş armağanı olan kilim ve halı uzmanlığında gezegenimizde kimsenin eline su dökemeyeceği Ölçer'e. Yerel değerleri evrensel kriterlerle buluşturan, Türkiye'yi dünyaya tanıtma misyonuna şimdi bir de dünya sanatının en büyük ustalarını Türk halkına tanıtma misyonunu üstlenen Ölçer'e. Nazan Hanım tüm bu zor, hepsi de birbirinden zor işlerin altından seve seve kalkıyor. Hem de her defasında 10 üstünden yıldızlı 10 alarak. Ve o tüm övgüleri başarının değil, misyonunu yerine getirmenin ölçüsü olarak görüyor. Çünkü kaderinin demesek bile kariyer çizgisinin daha doğumunda yazılıp çizildiğini biliyor. Nazan Ölçer, Rusya'daki 1917 Bolşevik İhtilali'nden sonra (haydi, davaya hayatlarını verenlere saygısızlık etmemek için diğer deyimi de kullanalım, "Sovyet Devrimi"nden sonra) Türkiye'ye sığınan Kafkas (Kırım, Azerbaycan, Tataristan) kökenli bilim adamlarından Prof. Ahmet Caferoğlu'nun kızı. İttihat ve Terakki döneminde başlayıp Cumhuriyet Türkiyesi'yle devam eden bu beyin göçüyle kazandıklarımızın listesi gerçekten insana saygıyla şapka çıkartıyor: İsmail Gaspıralı, Ahmet Agayef (ya da Ağaoğlu, Demokrat Parti dönemi bakanlarından Samet Ağaoğlu'nun babası), Yusuf Akçura, Sadri Maksudi Arsal, Zeki Velidi Togan, Ahmet Caferoğlu, Nasip Yusufbeyli, Abdülkadir İnan, Hamit Zübeyr Koşay, Reşit Ahmedi Arat, Akdes Nimet Kurat, İsmail Ertaylan. Hepsi de birbirinden değerli bu isimler, bu bilim adamları Türkçülük akımının, Atatürk milliyetçiliği ideolojisinin oluşmasında dinamo işlevini üstlendiler. Ziya Gökalp'ten Nihal Atsız'a, Alparslan Türkeş'ten Reha Oğuz Türkkan'a, Hikmet Tanyu'dan Fethi Tevetoğlu'na, Sait Bilgiç'ten Hüseyin Namık Orkun'a, Mehmet Emin Yurdakul'dan Aka Gündüz'e, Ahmet Ferit Tek'ten Hamdullah Suphi Tanrıöver'e, hatta Kazım Karabekir'den Ali Fuat Cebesoy'a kadar yüzyılı aşkın süredir dalga dalga gelen Türk milliyetçiliği kadrolarının tümünün ışık kaynağı onlar oldu. 1942'de İstanbul'da dünyaya gelen Nazan Hanım'a daha bebekliğinde babası ninni yerine Uygurlar'dan, Göktürkler'den bu yana izini sürdüğü Türkçe'nin tüm versiyonlarının bala sevgisi anlatan sözcüklerini fısıldadı, zamanla da belletti. Daha önemlisi "derya" diye anlatılan, tutku boyutlarındaki halı bilgisini de kızının beyninin en ince kıvrımlarına kadar işledi. Bir sözcük uğruna en ücra köylere, mezralara yolculuk bir yana cezaevlerine girecek kadar Türkçe sevdalısıydı Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu ve eşi... Zor bulunur bu Türkolog, Atatürk'ün sevgi ve saygısını kazanmıştı.

ETNOLOJİ MÜZESİNDE STAJ
O dönemde bilim dili Almanca'ydı; o nedenle babası ilk öğretimden sonra Nazan Hanım'ı Sankst Georg Avusturya Kız Lisesi'ne yönlendirdi. Ondan sonra da Münih'teki Ludwig Maximillian Üniversitesi'ne. O irfan yuvasında etnoloji, İlkçağ tarihi, Yakındoğu tarihi ve kültürleri öğrenimi gördü. Prof. Hans Joachim Kissling'in yanında doktorasını yaptı. Münih Üniversitesi Etnoloji Bölümü'ndeki koleksiyonlara duyduğu ilgi - elbette babasının ta küçüklüğünden beri aşıladığı eğitimin de etkisiyle- onu müzeciliğe yönlendirdi. Yüksek öğrenimini tamamlayınca önce Münih, ardından Viyana üniversitelerinin etnoloji müzelerinde yaptığı stajla bu ilgisi tutkuya dönüştü. Berlin'deki İslam Sanatları Müzesi'ndeki çalışmaları sırasında ise tutkusu mesleği haline geldi. Yurda dönüşünde araştırmalarını Anadolu'da saha çalışmalarında yoğunlaştırdı, arkeolojik kazı temsilciliği yaptı, Türkiye, Almanya ve Avusturya'nın bilimsel film arşivleri için geleneksel el sanatları üstüne belgeseller hazırladı. Nazan Ölçer'i daha sonra Yıldız Teknik Üniversitesi'nin şehircilik bölümünde, ardından da Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde öğretim üyesi olarak görüyoruz. Kuyruklu Yıldız onun başının üstünden 1972'de geçti: Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde görevlendirildi. 1913 yılında kurulan müze, o sıralar, Mimar Sinan'ın ölümsüz yapıtı Süleymaniye Camii'nin külliyesindeki küçücük imaret binasında sıkış-tepiş hizmet veriyordu. Daha doğrusu vermeye çalışıyordu. Nazan Ölçer kısa sürede (1978'de) müdürlüğüne yükseldiği müzeyi yıllarca süren mücadeleden sonra Sultanahmet'teki İbrahim Paşa Sarayı'na naklettirmeyi başardı. (İbrahim Paşa, Kanuni Sultan Süleyman'ın gençlik arkadaşıydı. Tahta çıkınca sadrazamlığa getirdi. Dahası kızkardeşiyle evlendirdi. Hanedan dışında saraya sahip ilk kişi oldu. Yukarda sözünü ettiğimiz, Bizans döneminde hipodrom olan alana bitişik, tarihçilerin "Topkapı'dan bile büyüktü" dedikleri, fetih öncesinden kalma o görkemli saraya. Ancak iki dost arasına Hürrem Sultan girdi. Ve de entrikaları. Sonunda Kanuni, 13 yıl sadrazamlığını yapan İbrahim Paşa'yı 1536'da boğdurttu, servetine el koydurup hazineye aktarttı. Bir dönem acemi oğlan kışlası olarak kullanılan, daha sonra kışla, büyükelçilik, defterhane, mehterhane, dikimevi, cezaevi gibi birbirinden ilginç alanlarda kullanılan İbrahim Paşa Sarayı, 1966-1983 yılları arasında tepeden tırnağa onarımdan geçirildi ve Nazan Hanım'ın büyük düşü gerçek oldu: Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak kapılarını açtı.)

SERGİLERDE İMZASI VAR
O dönemle ilgili Osmanlı minyatürlerinde ve Batılı sanatçıların gravür ve tablolarında karşımıza çıkan büyük tören salonu, onu çevreleyen bölüm ve ikinci avluyu kapsayan müzeye hemen ertesi yıldan itibaren ödül yağmaya başladı: 1984'te Avrupa Konseyi'nin düzenlediği yılın müzesi yarışmasında jüri özel ödülü aldı, ertesi yıl Avrupa Konseyi ve UNESCO tarafından genç kuşaklara insanlığın ortak mirasını en güzel yansıtan müze seçildi, daha sonra da Avrupa'da yılın müzesi. Nazan Hanım'ın aldığı ödüller ise saymakla bitmez. Bir fikir vermek için Uluslararası Müzeler Konseyi'nden Fransa'ya, Almanya'dan Polonya'ya, İsviçre'ye, İtalya'dan elbette Türkiye'ye kadar tüm devletlerin ve uzman kurulların ona kadirşinaslık gösterdiklerini ya da hakkını teslim ettiklerini belirtelim. Dünyanın en güzel ve en zengin halı koleksiyonuna sahip Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde Nazan Ölçer birbiri peşi sıra tüm gezegende büyük yankılar yapan sergiler düzenledi: Bugün bile yığınla bilimsel araştırmaya konu olan Kilim Sergisi, Alman Ekspresyonizmi Sergisi, İtalyan Rönesansı Sergisi gibi. O muhteşem etkinliklerinin arasına "Venedik Camları", "Tarihte Ayakkabı" sergilerini de sıkıştırdığını hatırlatalım. Hele bir "Savaş ve Barış Sergisi" var ki bugün bile dillere destan. 29 Haziran 1999'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından açılan sergi için Polonya özel olarak Osmanlı'nın çöküş döneminin başlangıcı sayılan 26 Ocak 1699'da imzalanmış Karlofça Antlaşması'nın (Reisü'l-küttab, yani Dışişleri Bakanı Mehmet Rami Efendi ile Babıali Baştercümanı Aleksandr Movrakordato tarafından imzalanmıştı) orijinal metnini gönderdi. Avusturya ise 1683'te Viyana bozgununun ardından kellesini teslim eden Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın bilinen tek yağlıboya tablosunu. Polonya'nın bir başka jesti de epey anlamlıydı: Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Viyana kuşatmasından kalan üç çadır. Daha neler geldi İstanbul'a o sergi için bir bilseniz: Fatih Sultan Mehmet'in 1456 tarihli Sırpça mektubu, Mihrimah Sultan'ın Kral Jigismund August'a gönderdiği mektup, Hotin savaşı ve barışıyla ilgili büyük boy tablolar, Viyana kuşatması üstüne resim ve belgeler... Özetlersek o görkemli sergide Nazan Ölçer, 26 müze ve koleksiyondan 400'ü aşkın parçayı bir araya getirmeyi başardı.

Devlet, paha biçilmez hazine diye tanımlanabilecek Nazan Ölçer'i 2003 Kasım'ında emekli etti. 60 yaş haddini doldurduğu için. Ve hemen Sabancı Holding, daha doğrusu Sabancı Üniversitesi kaptı. Bizce yılın değil, yılların transferiydi bu.

Futbol deyimiyle ifade edersek, "Klasını çabuk konuşturdu" Nazan Hanım: "17'nci yüzyıl Avrupası'nda Türk imajı" sergisi, sonra dünyayı ayağa kaldıran muhteşem "Altın Harfler" sergisi, daha sonra Londra'da insanların geceden kuyruğa girdikleri, ziyaretçi sayısının 400 bini aştığı "Türkler" sergisi.

VASİYET YERİNE GETİRİLDİ
Ve şimdi de Atlı Köşk'te kar-yağmur- çamur demeden tüm Türkiye'nin akın ettiği, hatta Avrupa'dan bile turlarla insanların taşındığı "Picasso" sergisi. Hiç abartısız, Türkiye'ye çağ atlatan, 2004 Aralık'ında AB Zirvesi'nde Türkiye'yle müzakerelerin açılması kararı verilmesi kadar önemli bir sergi bu. Rahmetli Sakıp Sabancı'nın Atlı Köşk'ü teslim ederken "Öyle bir müze yapalım ki burada Picasso bile sergilenebilsin" vasiyetini yerine getiren, "Ben çılgın fikirleri severim ve onların peşinde koşarım" diyen Nazan Ölçer, dünya standartlarında bir müzeye dönüştürdüğü Emirgan'daki o muhteşem mekanda yeni sürprizler hazırlıyor: Mart sonunda Picasso şöleni biter bitmez Rodin sergisi için kolları sıvayacak. Ardından Cengiz Han'ın olağandışı serüvenini ve mezarının sonsuza kadar bulunmaması için geniş bir alanı dümdüz eden atlarının nal izlerini getirecek İstanbul'a. Daha sonra sırada Fransız ressam Henri Matisse ve özellikle "Odalık" tablolarında esinlendiği Türk halıları sergisi var. Onun ardından da İslam ve Hıristiyan el yazmaları sergisi projesi. 2010'da AB'nin kültür başkentliğine adaylığını koyan İstanbul, bu iddiasını başarırsa, en büyük kahramanlarından biri, hatta birincisi hiç kuşkusuz yakın dostu İlber Ortaylı'nın "Sarayın kethüda hanımı" diye anlattığı Nazan Ölçer olacak. Ortaylı'nın tespitine can-ı gönülden katılıyoruz: Nazan Hanım, İstanbul'un çağdaş kültür hayatına geçişinde önemli rol üstlendi. Bize göre daha da fazlasını yaptı; rehberliğin ötesinde İstanbullular'ın elinden tutup zorla, önlerine düşerek çağdaş kültür yoluna yöneltti. Sadece İstanbullular'ı değil, tüm Türkiye halkını da... İyi ki varsın Nazan Ölçer. İyi ki, onun değerini biliyorsun Sabancı Üniversitesi ve özellikle de Güler Sabancı...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA