Tarih: Milattan Sonra 2005 yılının Nisan ayının 28'i. Yer: Tahiti'ye 200 deniz mili uzaklıkta bir küçük ada. Mevki: En 13 derece 49 dakika güney. Boy 144 derece 56 dakika doğu. Mekan: Nazenin 4. Bugün patron Rahmi Koç'un üç ayda bir tekrarladığı Türkiye'ye gidip dönme geleneksel seyahatlerinden üçüncüsü için tekneden ayrılışının 24'üncü günü. Tekdüze günlerin akıp geçtiği bu miskinlik döneminde hayatımıza nasıl renk katabileceğimizi tartışırken, mürettebattan biri yerinden fırladı, "Aklıma bir şey geldi" diye bağırdı, "Giovanni Boccaccio'nun Dekameron'unu okuyanınız var mı?" Cevap veren çıkmadı. Kısaca anlattı: "Dekameron, on gün demek. 1348'de Fransa'da veba salgını baş gösterince, 7'si kadın 10 kişilik grup ülkeden kaçmış. Sığındıkları köy evinde, can sıkıntısını yenmek için veya ölümü beklerken, 10 gün hepsi sırayla birer öykü anlatmış. Ne dersiniz, biz de deneyelim mi?" Önerisini açmasını istedik; "Her birimiz" dedi, "Kaptanın vereceği bir deftere patronu anlatalım. Birbirimize göstermeden." Hoşumuza gitti. Kurallarda uzlaştık: Her birimiz iki sayfayı geçmeyecek şekilde Rahmi Koç'un yaşamının bir kesitini aktaracaktık. Biri dedi ki, "Portre yazmak kolay değil. İsteyene sanki gazeteciymiş gibi röportaj formatını denemesi seçeneğini de verelim." Ona da "peki" dedik. Ayrıca yazıların imzasız olmasında mutabık kaldıktan sonra kimin başlayacağını kurayla belirledik. Defterin bundan sonraki sayfaları Nazenin 4 kaptanının namusuna emanet...
AVRUPALI BİR SOYLU GİBİ
Epeydir patronun hizmetindeyim. Bu azımsanmayacak sürede onu gözledim, çözmeye çalıştım. Ancak tersi oldu, zihnimde tam bir kördüğüme dönüştü. Sadece fiziğine değil, zevklerine, hobilerine, yaşam biçimine, dünyaya bakışına, giyim-kuşamına, sevdiği coğrafyalara baktığınızda, ister istemez onun belki de yüzyıllar önce yaşamış Avrupalı bir soylunun reenkarnasyonu olduğu duygusuna kapılıyorsunuz. Ya da Osmanlı'nın Avrupa'daki uç beylerinden biri. Malum, onlar da Avrupa uygarlığının, Rönesans ve Reform sürecinin egemenliklerindeki bölgelere ulaşan rüzgarlarının etkisiyle dışı Osmanlı, içi Avrupalı kişiliğe bürünmüşlerdi. "İyi giyinirim" diyen onu kumaşından astarına, düğmesine kadar tüm malzemesi yurtdışından sağlanmış ve özel terzisinin makasından çıkmış şık ve uyumlu elbiseler içinde, boynunda insana müthiş iyimserlik aşılayan ipek fularıyla, 60'ı aşkın şapkasından biriyle (şapkanın Cumhuriyet tarihinde ve Atatürk devrimlerinde sandığınızın çok ötesinde bir önemi var. Lozan görüşmelerinin ilk bölümüne kalpakla giden İsmet Paşa başkanlığındaki Türk murahhas heyeti, ikinci bölümde masaya fötr şapkalarla oturmuştu. Şapka devriminden iki yıl önce!) ve ayağında da John Lobb veya Edward Green ayakkabılarıyla (130 çift var) gördüğünüzde, bir önceki paragrafta anlattığım duyguya kapılmamak mümkün mü? O üstün zevk ürünü giyim-kuşamlı Rahmi Koç imajına elindeki 33'lük tespihini ekleyin. Doğu-Batı sentezinin büyülü kapısını aralamış olursunuz. Tıpkı gizemli inançların tapınağına sızmışsınız gibi bir duygu, bir izlenim bu. Hatırlar mısınız; Rahmi Bey bir tarihte, "Her yıl 10-15 gün Fransa'da Provence bölgesine giderim. İnsana huzur veriyor" demişti. Bu bile gizemli kişiliğinin bir ipucu. Bu sözcüğü küçük harfle ve bir harf değişikliğiyle, yani "province" diye yazarsanız, Fransızca'da "taşra" demek. Ama büyük harfle ve "Provence" diye yazdığınızda, İtalya sınırına yakın, göz alabildiğine ovaları ve bağlarıyla Roma İmparatorluğu'ndan bu yana ünlü bölgeden söz etmiş oluyorsunuz. Zaten Rahmi Bey'in sevdiği kayak merkezlerinden Courchevel de oraya yakın. Şaşıyorum; Kandilli'de Kont Ostrorog'un yalısını alan Rahmi Bey, Provence'ta neden bir şato sahibi olmayı düşünmüyor? Örneğin, Nice yakınlarındaki Gourdon Şatosu yakışır. Ya da Verdon'daki d'Esparron Şatosu. Ya da Luberon'daki Saint Quentin Şatosu. Ne bileyim; Alpille ile Luberon arasındaki Saint Esteve Şatosu, Lambesc'teki Valmousse Şatosu, Ventooux'daki Mazan Şatosu, vahşi atlarıyla ünlü Camargue'taki Vergiere Şatosu da zevkine uygun. Onu şatolardan birinin kulesinde, kendi bağının üzümlerinden üretilmiş şarabını yudumlarken düşündüm. Bir gün onu da gerçekleştirirse, benim için hiç de sürpriz olmaz. Hem sonra Provence bölgesinin, Kandilli'deki Ostrorog Yalısı ile tarihsel bir bağı var. Biraz uzakça ve dolaylı da olsa. Neyse arkadaşımın yazı alanına tecavüz etmeyeyim...
O YALI BENİM OLSA
Ertesi gün. Koç'un 8 yıllık elemanlarından birinin notları... Bence Rahmi Koç'un Kandilli'deki Ostrorog Yalısı'nı alması rastlantı değildi. Kaderinde vardı. Diyor ki, "Yalının asaletine vuruldum, o yüzden istedim" Doğru ama eksik. Yalının ve eski sahibinin tarihine baktığınızda, "Burasının ergeç Rahmi Bey'in olması kaçınılmazdı" sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Rahmi Bey, Boğaz'ın Anadolu yakasındaki bu tek taş pırlantasına aşkını anlatırken diyor ki: "Ben zaten Ostrorog'lara komşuydum. Onlar haftanın bazı günleri yabancı misafirlerine Türkler'i tanıştırmak için kokteyl verirlerdi. Kont Jean Ostrorog ile ikinci eşi İşka beni de davet etmeye başladılar. Çağrıldığım için onore olurdum. Aklımdan hep 'Benim de böyle bir yalım olsa' diye geçerdi.'' Yalının tarihi davet sahiplerinin ömürlerinin hayli öncesine gidiyor. İlk sahibi belirsiz ama Asker Ali Paşa'nın, Bakizade Ziya Paşa'nın, Rıza Paşa'nın, İngiliz uyruklu De Savmares'in oturduğu biliniyor. Sonra Kont Ostrorog satın almış. Peki ama hangi Ostrorog? 1975'te hayata gözlerini yuman Jean Ostrorog "Babamdan bize kaldı" dediğine göre, soyağacında bir dal üste atlamak zorundayız. Orada Kont Leon Valerien Ostrorog'un adı yazılı. (Ostrorog'lar, Polonya kökenli bir soylu aile. Ülkelerinin sayısız istilalarından birinde canlarına tak edip Fransa'ya göçtüler. Leon Ostrorog, İslam ve Osmanlı hukuk düzenine merak duydu. İstanbul'a ilk kez Düyun-u Umumiye'ye Fransız danışman olarak atanınca geldi. 1800'lerin sonundan söz ediyoruz. Birkaç yıl kalıp döndü. Sonra 1900'lerin başında Osmanlı hükümetince Adliye Nezareti'nde müşavirlik görevi önerildi. Uzun sürmedi bu işi ama İstanbul'a öyle bağlandı ki, avukatlık ve Darülfünun'da öğretmenlik yapmaya başladı. Leon Ostrorog'u yabana atmayın; Ali İbn Muhammed el-Mavardi'nin "El-Ahkam es-Sultaniya", yani "Sultanların hükümleri" ya da "Sultanların fermanları" diye çevirebileceğimiz yapıtını Fransızca'ya aktardı. İslam hukukunun Batı'daki kaynak eserlerinden biri. Daha önemlisi, Atatürk'ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, devrim yasalarının Türkiye'yi nasıl dönüştürdüğünü anlatırken, onu kaynak gösterdi: "Kont Leon Ostrorog'a göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa hukukunu benimsemesi, Ortadoğu tarihinde İslam dininin kabulünden bu yana en önemli olay' anlamı taşıyor." Rahmi Bey'in tanıdığı Jean Ostrorog'un bir özelliği daha var: İspanya tahtının sahibi Bourbon hanedanının ikinci dalının (toplam dört dal; şu anda tahtta oturan Kral Juan Carlos ilk daldan), 16'ncı Gabriel ile başlayan kolundan, 1811-1875 arasında yaşamış 18'inci Sebastian'ın torunu, 1895 doğumlu Marie de Los Angeles'in eşi. Bitmedi; Leon Ostrorog'un oğullarından biri, Stanislas Ostrorog, Hindistan'ın bağımsızlığına kavuştuğu yıllarda Fransa'nın Yeni Delhi Büyükelçisi'ydi. Daha sonra Uzakdoğu ülkelerinde görev yaptı. Kandilli'deki yalının bir odası oralardan toplanmış sanat eşyalarıyla dolu. Eh, dünyaya bu kadar salmış sülalenin Kandilli'deki yalılarındaki konukları da, en az onlar kadar tarihe geçmeyi hak etmiş kişiler olur elbette: Abidin Dino, Abdülhak Hamit Tarhan ve onun ünlü "Makber"inin kahramanı olan eşi Lüsyen Hanım, Yahya Kemal Beyatlı... Tabii bir de "ecnebiler": Pierre Loti, Claude Farrere, Andre Malraux, George Pompidou (General de Gaulle'den sonraki Fransa Cumhurbaşkanı.) Mahalle komşuları ve diğer yalılara gelip gidenler de dönemlerine damgalarını vurmuş kişiler: Neyzen Tevfik, Şehzade Ömer Faruk Efendi, Muhsin Ertuğrul, Mazhar Osman, Fahrettin Kerim Gökay, Sakallı Nurettin Paşa, son Melami'lerden Osman Kemali Efendi, Süreyya Paşa.. Yalıda gölgeleri dolaşan bunca önemli insanı Rahmi Bey'in dışında kim ağırlayabilirdi ki? Bir nokta daha: Kont Leon Ostrorog, Polonya kökenli soylu aileden geliyor ama eşi Marie de Los Angeles'in mensubu olduğu Bourbon hanedanı Provence'de doğdu. Yani Rahmi Bey'in huzur bulduğu topraklarda... Rastlantının bu kadarı nasıl açıklanabilir acaba?
SİYASETLE YAKINDAN İLGİLİ
Ertesi gün. Mürettebattan Koç'la 4 yıldır tecrübeye sahip olanlardan birinin notları. Ben röportajı seçtim, konu olarak da Koç ailesinin siyasetle ilişkisini. - Biz mümkün olduğunca siyasetin dışında kalmaya gayret ettik. - Ama pek başaramadınız. Hem de babanızın "Katiyen politikaya karışmayacaksınız, her hükümetle iyi geçineceksiniz" öğütüne rağmen. Sizde galiba babanızın ihtiyat sübapları biraz zayıflamış gibi. - Haklısınız. Zaman zaman. - Kemal Derviş'in hükümette görev almasıyla ilgili yorumunuzu anımsıyor musunuz? - Tabii. 2001 Mayıs'ında, Derviş'in göreve başlamasından aşağı-yukarı üç ay sonra yaptığım değerlendirmeyi kastediyorsunuz. Mealen şöyle demiştim: "IMF'ye avuç açmak zorunda kalınınca, Türkiye'de akıllar başa geldi. Kemal Derviş tek başına Ecevit ve hükümet istedi diye gelmedi. Amerika ona 'Git, bizim şartlarımızı anlat' dedi. Yani gönderdi. Ve yasalar da çatır çatır çıkmaya başladı. Zaten dediği olmazsa şapkasını alıp gider..." - Her hükümete bir süre avans tanıdınız ama bir başbakanla iyi başlayan ilişkiniz çok kötü bitti: Çiller. - Evet, Özal'ın rahmetli olması ve yerine Demirel'in geçmesiyle boşalan başbakanlığa Çiller seçilince, Türkiye'nin -kadın başbakanın yaratacağı olumlu ortamın yardımıyla- Batı medeniyetlerinde daha üst sıralara çıkacağı umuduna kapılıp sevindik. Birkaç ay sonra, "Turgut Bey on adım ilerisini görüyordu, Çiller bir adım sonrasını görmüyor" manşetleri çıktı. Çok üzüldüm. Çünkü, ben "görmüyor" değil, "göremiyor" demiştim ya da demek istemiştim ekonomideki belirsizlik ortamını ifade edebilmek için. Bu anlattığım 1993 Ekim'inde oluyor. Ancak ertesi yıl onun politikaları yüzünden servetimizin neredeyse yarısını kaybettik. Üç yıl sonra Erbakan'ın yardımcısı olduğu günlerde, zinde güçlerin o koalisyona tepkilerinden bunalan Çiller bizi kafasına taktı. Yerli yersiz, her konuşmasında hücum ediyordu. Baktık ki, Koç düşmanlığı onda sabit fikir haline gelmiş, gülüp geçmeye başladık. Hatırlıyorum, o günlerde bir röportajda, "Küçük Hanım'ın iftiralarını artık kanıksadık" dedim ama kendimi tutamayıp ekledim: "Bence işi bitmiştir artık. Son çırpınış diyorlar ya, olan budur işte. Küçük Hanım gidici." 1997 Mayıs'ının sonuna doğru söyledim bunları. Kıyamet koptu tabii. Ama bir aya kalmadan gitti. - Bugün bile şaşırtıcı, hatta çelişkili çıkışlarınız oluyor. Örneğin "Başkanlık sistemi bize uymaz" diyorsunuz; bir bakıyoruz, kısa süre sonra "En iyisi akıllı diktatörlük, o da bu devirde olmaz. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi" gibi, bir öncekiyle taban tabana ters görüş savunuyorsunuz. Bu uç noktalarda dolaşmak niye? - Cumhuriyetin 82'inci yılında bile hukuk sisteminin oturmamasından duyduğum öfke beni arayışlara yöneltiyor. Ama zihin egzersizi bu; Amerikalılar'ın deyimiyle, beyin fırtınası. - Çiller'e dönelim. Boğaz'da en sevdiğiniz mekanlar arasında Erbilgin Yalısı'nı sayıyorsunuz, Erol Aksoy'dan TMSF aracılığıyla Sabancı'nın damadına geçen Tahsin Bey Yalısı'nı da. İkisi de Yeniköy'de. Birini alsaydınız, Çiller'le komşu olacaktınız. Ne yapardınız? - Cevabım az önce söylediklerimde var zaten. "Küçük Hanım gidici" demiştim, gitti. Dönmemek üzere. Ama biz buradayız ve kalıcıyız. Öyle bir şey kalıcılığımızın ek kanıtı olurdu. - Komşu olsanız, karşılaşsanız, selam verir misiniz? - Öyle durumda onun kaldırım değiştirmemesi mümkün mü? Nasıl karşıma çıkabilir ki?
YAZILACAK ÇOK ŞEY VAR
Bir gün sonra... Rahmi Bey aradı, "Gelmek üzereyim, limana girdim" dedi. Defteri saklamalıyız. Oysa daha Prens Charles'ın sonsuz sabrını anımsatan gençliği, çocuklarıyla ilişkileri, dünya görüşü, deniz sevdasının nedenleri üstüne tez olabilecek yazılar hazırlıyordu arkadaşlar. Ayrıca sırları, sakarlığı, özlemleri, burcundan kaynaklanan özellikleri bile hoş anekdotlar olarak geleceğe postalayacağımız bu belgede yer alacaktı. Ne diyelim; bir sonraki molada inşallah...