Neden bilmem, sanatçı dendiği zaman genellikle kendini estetik değerlere adamış, hayatın zevklerini çıkarmayı sıradan insanlara bırakmış kişiler akla gelir. Bunların aşkları da, eğer platonik değilse, olsa olsa romantiktir genel kanıya göre. Yemek yemeleri, yüce eserlerini yaratabilmek için onlara gerekli enerjiyi sağlayan zorunlu olduğu kadar sıkıcı bir şeydir. Sadece içkide durum biraz değişir. Nasılsa, sanatçı kesimine içkiyi yakıştırırız. Önyargılar çerçevesinde sanatçının fizik görünüşü zayıftır. Şişman biri tüccarsa yadırganmaz da, büyük bir şairin saçları dökülmüş, göbekli biri olması hayranlarının gözündeki itibarını on paralık edebilir. Bizde sanatçı akşamlarını meyhanede geçirir. İçkisi mutlaka rakıdır. Yediği çoğunlukla mezelerden ibarettir. Ama gerçek sanatçı için bu kadarı bile fazladır. Onun, örneğin dilinmiş yarım elmayla bir büyük rakının üstesinden gelirken, bir yandan da son eserini kafasında olgunlaştığını varsayarız. Bu önyargıların oluşmasında Andre Gide gibilerinin de payı var kuşkusuz. "Açlık... Heyhat, hiçbir ahlak bunu yok edememiştir. Zor dönemlerimde ancak ruhumu besleyebildim" diyen Gide, bu sanatçı klişesine uyan biri.
BURJUVA İŞİ!
Aslında tabii ki sanatçıların yaşam koşulları hep güllük gülistanlık değil. Ama parasızken karnını zor bela doyurabilmesi, parası olduğunda da aynı hayatı sürdüreceği anlamına gelmiyor. Yaşamı boyunca meteliğe kurşun atan, ailesini ve kendisini doyuramadan dünya değiştirenler dışında, Andre Gide gibileri gerçek sanatçılar arasında azınlıkta. Bir kez eserleri ilgi toplayıp ceplerine rahatça yaşayabilecekleri düzeyde para girdiğinde, onlar da sanatla uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerle yemek konusunda aynı düzlemde buluşuyorlar. Üstelik sanatçılık, onları bu alanda da sıradan insanlardan daha avantajlı kılıyor. Sanatçılığın onlara kazandırdığı üstün uyum ve estetik duygusu, genellikle sofralarına da yansıyor. Arasıra size, yemek yemeye olduğu kadar pişirmeye de en az yarattıkları evrensel eserler kadar önem veren bazı sanatçılardan söz edeceğim. Bu hafta Fransız izlenimcilerinin büyük ismi, ressam Claude Monet'yi bu sayfanın ilgi alanına giren yönleriyle tanıtmak istiyorum. Belki de bu sayede "aydınların", yemek yemeyi burjuva alışkanlığı sayan yaygın görüşlerini biraz olsun değiştirebilirim. Claude Monet 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, Fransa'nın yemekleriyle ünlü Normandiya bölgesinde yetişmiş biri. Yaşamının uzunca bir bölümü büyük yoksulluk içinde geçmiş. Gerçi onun bu dönemde yaptığı tablolarında dostlarıyla paylaştığı sofraların zenginliği bu gerçeği yansıtmıyor. Ancak kendisi Paris'te empresyonistlerle birlikte çağın egemen sanat anlayışını değiştirirken, Normandiya'da, teyzesinin yanında doğum yapan eşi Camille'i ve oğlunu görmeye gidecek parayı bulamamış, neden sonra Camille oğluyla birlikte kocasının yanına gelmişti. Ama ikinci çocuğunu da doğurduktan sonra yoksulluğa fazla katlanamayıp canına kıydı Camille.
'SIRADAN' MENÜ
Monet 40 yaşından sonra rahata erdi. Giverny'de satın aldığı küçük malikanenin yemek odası duvarlarını bizzat kendisi sarı tonlarda boyadı, buraya Japon gravürleri astı. Seçkin mobilyalarla döşenmiş yemek odasının yanında duvarları mavi beyaz çinilerle kaplı, üzerine mavi-beyaz fincanlar asılı şık kuzinesiyle mutfak yer alıyordu. Yemek odası olağanüstü güzellikte, havuzunda dev yapraklı nilüfer çiçekleri yüzen bir bahçeye açılıyordu. Monet'nin bu bahçede yaptığı tablolar bugün Louvre Müzesi'ni süslüyor. Özellikle Paris'teki Tuilleries'de iki oval odada sergilenmek üzere yaptığı ve bugün New York'taki Modern Sanatlar Müzesi'nde yer alan iki dev duvar resmi izlenimcilik akımının başyapıtları arasında. Bunlar Monet'nin tablolarına yansıyan özellikleri. Bugün kimsenin hatırlamadığı özelliğiyse, üne ve refaha kavuştuktan sonra mutfağına verdiği önem. Büyük resim ustası mutfağında en iyi aşçıları çalıştırıyor, yemeklerde en kaliteli malzemelerin kullanılmasına titizlik gösteriyordu. Perigord'dan kaliteli trüf mantarları, Alsace bölgesinden kazciğeri getirttiği, tavukları kendi kümesinde, çeşitli mantarları ise evinin bodrumunda yetiştirdiği biliniyor. Ne zaman evde ördek kızartması pişse, Monet, ördeğin kanatlarını karabiber, tuz ve hintcevizi ile terbiye ediyor ve ızgarada pişirttikten sonra özel bir meze olarak sofrasına getirtiyordu. Genellikle sabahları çalışıyordu. Ama çalışmaya başlamadan önce, saat dört ya da beşte kalkıp, son derece zengin bir kahvaltı yapıyordu. Ardından mevsimine göre ya atölyesinde ya da açık havada resim yapmaya oturuyor, 11'de yemek için o günkü çalışmasını noktalıyordu. Öğle yemeği, aynı zamanda seçkin konuklarını ağırlaması için bir fırsattı Monet için. Yıllar geçtikçe sofrasındaki konukların sayısı da artıyordu. Yemekte konuşulan konular genellikle yemek üzerineydi. Monet, mutfağından sofraya getirilen birbirinden nefis yemeklerin övülmesinden hoşlanır, sofrada başta yemek olmak üzere eğlendirici konular yerine, örneğin sanat üzerine konuşmayı barbarlık sayardı. Monet'nin evinde sıradan bir menü, mevsiminde hollandez sos ya da zeytinyağılimon sosla servis yapılan kuşkonmaz, ördek ciğeri ezmesi, Argentuil usulü piliç ya da kuzu ve elmalı tarttan oluşuyordu. Monet'nin sanat çizgisine baktığımızda, yoksulluk döneminde de, oldukça rahat bir yaşam sürdüğü günlerinde de, sürekli kendini geliştirdiğini görüyoruz. Yaşamının son yıllarında gözleri iyice zayıflayıp resim yapmasını olanaksız kılıncaya dek, Monet birbirinden güzel eserler verdi. Aynı dönemde de bir bölümünü kendisinin pişirdiği nefis yemekleri sofrasındaki seçkin konuklarla paylaştı. Özellikle, ilham perisinin sanatçıyı süfli meyhane köşelerinde ziyaret ettiğine inanan entel çevrelere duyurulur.