Ağzımızın tadına göz diken felaket tellallarından yakınıyor, onları size şikayet ediyorum, sevgili okurlarım. Bunların bir bölümü kendi vicdanlarını rahatlatmak için, kimi profesyonel çıkarlar uğruna, kimileri de prensip olarak hayatın zevklerine karşı olduklarından, bizi özellikle mutfak sanatının güzelliklerinden uzak tutmak üzere ellerinden geleni yapıyorlar. Son örneğine geçtiğimiz hafta tanık olduk. Amerika'nın eski başkanı, zarif, yakışıklı Bill Clinton, kimsenin beklemediği bir anda önemli bir ameliyat geçirdi ve kalbinin dört damarı değiştirildi. Buraya kadar bir şey yok. Ama tam bu anda felaket tellalları hemen devreye girmeye başladı: Clinton küçüklüğünden beri yemeğine hiç dikkat etmezmiş; abur cubur, fast food, daha da ötesi junk food, yani çerçöp yiyerek karnını doyururmuş... Sizler de fast food yerseniz, akıbetiniz Clinton'ınkinden farksız olur, demeye getiriyorlar. Haberlere, benim de sayfaya aldığım bu benzeri görüntüler eşlik ediyor. Fast food'u savunduğum sanılmasın. Ağzının tadını bilen bir kişi, tekdüze ve yavan fast food ürünlerinden heyecan duymaz. Ancak bütün tatlara açık biri olarak da, herhangi bir yiyecek türüne düşmanlık duymam söz konusu değil. Benim söylemek istediğim, burada aslında fast food bahane. Ellerinde Clinton'ı hamburger yerken gösteren fotoğraflar olmasaydı, bu kez de ne bileyim, onun kanlı biftek sevdiği için bu hale geldiğini söyleyeceklerdi.
MUTLULUK DÜŞMANLARI
Farkında mısınız, bir tanıdığınız vefat etse, bu gibiler hemen kendilerince bir gerekçe ararlar: "Son zamanlarda çok şişmanlamıştı... Fil gibi yiyordu... Her akşam içki de içerdi," gibi... Böylelerine göre, insanların ölümüne, sürdürdükleri yaşam, yedikleri, içtikleri yol açar. Ortaçağ'da ilk veba salgınları ortaya çıktığında, keyif düşmanlarının ataları hemen ortaya çıkıp, ahlak bozulduğu, günahlar çoğaldığı için bu felaketlerin geldiğini ortaya atmış, insanların kendilerini dine vermeleri için "memento mori", "ölüm anını düşün!" sloganı ile bir kampanya başlatmışlardı. 17. yüzyıl Avrupa'sına gelindiğinde de totaliter yöneticiler sıradan insanın küçük kişisel özgürlüklerini iyice kısıtladılar. Neşeli kahkahalar atmaktan, bizim ortaoyununu andıran panayır yerlerindeki müstehcen esprileri olan tiyatro oyunlarına, kadın erkek gidilebilen hamamlara kadar, günlük yaşamın hemen her türlü mutluluk verici ayrıntısı tırpanlandı. Bayramların sayısı, hatta düğün kutlamaları bile kısıtlandı. Tabii yiyecekler de bundan payını almıştı. Cuma günleri et yemek yasaktı. Toplumun katı sınıf katmanlarına göre yenilebilecek yemekler belirlenmişti. Sıradan halkın yiyebilecekleri son derece sınırlıydı. Buna karşılık manastırlarda, saraylarda verilen ziyafetleri bugün bile okurken insan dehşete kapılıyor. Umarım bir yazımda sizlere çağlar boyunca verilmiş önemli ziyafetleri anlatmak fırsatını bulurum. Günümüzde "memento mori" sloganını öcü gibi gösterenler yalnızca dinsel çevreler değil. Zincirlikuyu Mezarlığı'nın önünden geçenlerin keyfi, kapının üzerinde yazılı "her fani ölümü tadacaktır" ayet mealini okurken kaçadursun, medyanın kolesterolü bir karabasan haline getirip bizi sürekli iyi kolesterol, kötü kolesterol, total lipidler, trigliseridler gibi kavramlarla bombardıman etmesi de tadımızı kaçırdı.
HASRETİM KEYİFLİ SOFRALARA
Son yıllarda keyifli sofralara hasretim. Damak zevkine düşkün olduklarını bildiğim dostlarımla bile yemek yerken, söz bir süre sonra adeta yediklerimizin laboratuar analizlerine dönüşüyor. Falan yemekte şu kadar kolesterol bulunduğu, filanca yemeğin bir kalori bombası olduğu türünden sözler, sofranın havasını kaçırıyor. Ancak insanların büyük çoğunluğunun iyi bir yemek önlerine geldiğinde kolesterol ve benzeri kaygılarla onu geri çevirmediklerini de görüyorum. En fanatik sağlıklı yaşam yanlıları dışındakiler, lezzetli bir yemeği pekâlâ yiyorlar. Ama mesele yedikten sonra başlıyor. Yemeğin ardından vicdan azabı, pişmanlık duyuyor ve sözbirliği halinde ertesi günden itibaren perhize başlayacaklarına birbirlerine söz veriyorlar. Bu onların vicdan rahatsızlığını azaltıyor. Ama benim keyfimi de kaçırmış oluyorlar. Bundan bir süre önce ciddi bir Alman dergisinde kapak konusu olarak yayınlanan bir yazıda, tıp endüstrisinin kazancı artırmak için var olmayan yeni sendromlar yarattıklarını, normal olduğu varsayılan kolesterol düzeyini sürekli düşürerek, giderek daha geniş toplum kesimlerini potansiyel kalp hastası ilan ettiklerini, ardından da bunlar için bol bol ilaç ürettiklerini okuduğumdan beri, tıp havarilerinin sürekli önümüze sürdükleri öcülerden korkmuyorum. Yıllar önce tereyağını tümüyle yasaklayan, zeytinyağını bile sağlıksız ilan eden, onların yerine margarini göklere çıkaran aynı çevrelerin şimdi ağız değiştirdiklerini görerek, margarin endüstrisinin belli çevrelerden desteğini çektiğini düşünüyor, gülümsüyorum. Beni asıl üzen, dostlarımın sağlıklı yaşam uğruna damak zevklerini yitirmeleri değil. Yerken sürekli rahatsızlık duymaları ve mutsuz olmaları. Çünkü inanıyorum ki, sofrada sürekli mutsuzluk duymak, iyi bir yemeğin ardından günlerce sıkı perhiz yaparak kendini cezalandırmak, kişiye, o yenen yemekten çok daha fazla zarar verecektir. Ne olur, biri hastalandığında yada vefat ettiğinde bunun nedenini hemen yeme içmeye bağlamayalım. Ve de yediğimizin tadını sonuna kadar çıkaralım. Vicdan azabı çekmeden. Nasıl olsa şöyle ya da böyle, bir gün hiç çıkaramayacağız.