Oldum olası İstiklal Caddesi'nde yürümeyi çok severim. Hafta içinde izin günümde, Taksim'den yürüyerek Turgay Kaptan'a gideyim dedim. Turgay (Erol) Kaptan, Denizler Kitabevi'nin sahibi. Denizleri bırakmış, İstiklal Caddesi'nde deniz kitapları satan, Türkiye'de bir eşi olmayan inanılmaz bir mekân yaratmıştır. Hem kendi bastığı kitapları satar hem de eski yeni tüm denizcilik eserlerini... Dükkân Tünel'e yakın olduğu için bu arada tüm caddeyi de baştan başa gezmiş olacağım. Niyetim bu. Sağa sola, tek tek bakına bakına ilerledim. Eski firmalardan hemen hemen bugüne kadar kalan yok gibi... Karaköy Muhallebicisi'nin yerinde bir fast-food dükkânı var. Toma'nın ünlü Gaskonya'sı, ocakbaşı olmuş. Osep Mağazası ise sanki olanlardan utanmış gibi büzülüp ufacık kalmış. O canım, ağırbaşlı markaların yerine açılan dükkânlardan dışarıya, insanın üzerine indirim etiketleri taşıyor. Meşhur gömlekçi Martino'nun camında ise soluk bir isyan yazısı var "Artık dayanamayıp kapattık," diye... "Allah'tan Galatasaray Lisesi duruyor," dedim kendi kendime, "Hiç değilse okul olduğu için yıkamıyorlar." Sonra aklıma gelen kötü fikri kovmak ister gibi başka yerlere kaydırdım bakışlarımı. İster misin, akıllının biri çıkıp ''Böyle yerde okul israf. İyi bir yerde modern bir okul yapalım, burayı da değerlendiririz," desin... Olur mu olur. Neler oluyor... Vitrinlere baka baka dalıp gitmişim. Bir de baktım Haşet Kitabevi'nin önündeyim. Denizler, iyice geride kalmış. Nasıl atladım. Pes yani. Bir de yaşlanmayı kabul etmezsin. Gerisin geri döndüm. Denizler'in bordo tentesini gördüm. Doğru oraya yöneldim. Aaaa... Tentenin altında bir leblebici var. Leblebici mi, şekerci mi, tekel bayii yoksa açık büfe mi onu da anlayamadım ya... Hâlâ tereddüt içindeyim. Emin olmak için içeriye baktım. Evet, dükkânın en dibinde yukarıya çıkan ahşap merdivenler duruyor. Burası. Ortada bir tezgâh var. İçinde de iki delikanlı. - Çocuklar burası Denizler Kitabevi'nin yeri değil mi? - Evet abi. - Turgay Kaptan duruyor mu? - Duruyor. Yukarıdadır... Daldım. Üst kata çıktım. Kitaplar yerde yığılı, içeride kimse yok. "Turgay Kaptan," diye bağırdım. Ses yok, bir üst kattan konuşma sesleri geliyor. Oraya çıkıp kapıyı araladım. İçeride birkaç kişi var. - Turgay yok mu? - Elmadağ'daki müzayede yerinde. Orada bulabilirsiniz. Turgay son konuştuğumuzda "Kitapçıyı kapatıp, leblebici yapacağım, daha çok para getiriyor. Yoksa böyle giderse batacağım," demişti de inanmamıştım. Türkiye'nin tek deniz kitabevi, leblebici oldu ha... Sağa sola baktım, dükkânlara, yürüyenlere... Sanki başka bir ülkedeymişim gibi geldi. Mısır mı, başka bir yer mi bilmem, ama bura bizim ora değil... Bastım içimden küfrü en başta kendime... Leblebi, kitabı yenmedi, yenilen biziz. Biz yenildik, biz... En başta gelip kitap aldık mı buradan? Buradan almayı bırak, alt tarafı okuyan sayılı kişi, utanmadan gidip korsanın bastığını almadık mı ucuz diye? İstanbul 2 milyondan 12 milyona gelmiş 30 yılda. Gelenlerin neredeyse tamamı kırsaldan. Ona öğretebildin mi şehirli olmayı? Gecekondularla gettolar kurulurken, içme suyunun içine lağım bağlanırken oy için göz yummadın mı tüm olanlara? Kendi elinle yaratmadın mı şehir köylülerini? Artık kızsan da üzülsen de söz onların. Sadece söz değil, beğeni de kültür de... Neyi bulursan onunla iktifa edeceksin. Kitapçının yerini de leblebici alacak. Çünkü leblebi, kitabı yendi.