16 Haziran 2017
Zaman zaman bir sanat dalı için 'öldü' demek adettendir. Her arkadan gelen kuşak bir kere bu tür iddialarda bulunur. Ben de bulunmuşumdur. Ama öyle boş bir slogan olarak değil de, meseleyi bir tarihsel, sosyolojik çerçeve içine yerleştirerek, bazı zamanlar mesela 'roman öldü' demişimdir. Sonra Post Entellektüel Dönem ve Edebiyat başlıklı kitabımda işin dört bir yanını enine boyuna ele almışımdır.
Dün bir yabancı gazeteyi karıştırırken 'sosyal medya romanı öldürüyor mu?' başlıklı o yazıyı gördüm ve işin bir kere daha üstünde düşünmeye başladım.
Roman muhakkak ki, ölmedi. Bundan sonra da yazılacak. Ama bu yeni romanlar artık bildiğimiz, tuğla gibi, her biri derya deniz romanlardan olmayacak. Artık bir Dostoyevski, Balzac, Tolstoy, Melville romanı okumayacağız. (Böyle diyorum ama o adını andığım kitabımda işi bu yönden irdelerken epey farklı şeyler de söylediğimi şimdi anımsıyorum; çünkü onlara benzer romanlar da harıl harıl yazılıyor. Mesele bu ayrımı, bu özgüllüğün üstünde düşünmek.) Bambaşka bir tarzda yazılmış romanlarla hayatımızı geçireceğiz.
Bu böyleyken, sosyal medya romanı öldürecek mi sorusunun cevabı koskocaman bir hayırdır.
Niye böyle bir sorunun sorulduğu belli ve bir değil kırk bir sebep var. Sosyal medyanın tükettiği zaman, yıktığı konsantrasyon yeteneği kimsenin aklına gelmeyen kuvvetli nedenler arasında. İnsanlar o soruyu sorarken muhtemelen sosyal medyada bir konu etrafında cereyan eden tartışmaları, haber akışını falan düşünüyor.
Ama roman o değil ki!
Haydi geleneksel örneği vereyim. Dostoyevski, Suç ve Ceza'yı bir gazete haberinden hareketle yazdı ama o haberle üstadın romanının ne ilgisi var? Tolstoy, Napoleon'un Rusya seferini gerçekleştirdiği arazileri at üstünde gezmiştir ama ne alakası var Savaş ve Barış ile Napoleon seferinin. Veya Madame Bovary ile gene esin kaynağı olduğu gazete haberinin.
Hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Oscar Wilde haklıdır: Hayat sanatı taklit eder!
Roman okuduğumuzda sadece roman okumayız, sadece hayatı izlemeyiz, sadece olay örgüsünde değildir roman, çok daha fazlasıdır roman. Her şeyin!
Sosyal medya bu gidişle kendisini öldürür...
19 Haziran 2017
İnsan gerçekten de bazen 'bütün bunları ben mi yaşadım' diyor, Attila İlhan gibi söylersem. TRT arşivini dijital ortama açtı. İnternetten girip izlemek mümkün. Ben de şöyle kenarından dolaşacak oldum ki, kendimi kaptırmayayım. Elimde bitirmem gereken dünya kadar iş var. Ama ne mümkün, oradan oraya sıçrayarak izledim, vaktin nasıl geçtiğini bilemedim.
Çok iyi değerlendiremedim ama galiba televizyon programları başladıktan bu yana geçen süreyi kapsıyor bu arşiv. Anlatılır gibi değil. Ben elbette tanışım olan sanatçılara, özellikle de edebiyatçılara baktım. Bazı ressamları da izledim.
Onları zamanında da sıcağı sıcağına veya günü gününe izlemiştim. Şimdi bunca yıl sonra bir kere daha görünce ne düşündüm? Kendime sordum bu soruyu. Ne gariptir, ben, daha çok, hatta bütünüyle konuların düşünsel yanıyla ilgilenen birisiyimdir. Bir de insanların giyim kuşamlarına bakarım. O bir özen gösterisidir ve kişi ve yapıtı hakkında epey bilgi verir. Fakat bu defa insanların fizikleri dikkatimi çekti. O da zamanın insafsızlığına bir referans olsa gerektir.
Mesela an be an tartıştığımız, hazırlanışına o kadar tanık olduğum Çalar Saat programındaki Attila İlhan bu incecik, ufacık tefecik insan mıymış?
1986'daki programda konuşan gencecik çocuk Orhan Pamuk, karşısındaki incecik insan da Doğan Hızlan mıymış?
Ama ne gariptir mesela ölümünden önce o kadar değişmiş gördüğüm 'Sayın Kahraman ben halk ozanları, aşıklar gibi yazarım, şiir gelmiyor ne yapayım, yazmadığım ondandır' diyen Cahit Külebi, tedirginlikler içinde konuşurken, baktım tamı tamına hayalimdeki gibi kalmış.
Anladım: zaman onları olduğu gibi bırakmış gelip beni değiştirmiş.
Bir hazine bu arşiv.