Çevirmenin çeviri yaptığı dili iyi bilmesi elbette önemlidir. Ama asıl önemlisi çevireceği dili yani anadilini kusursuz, eksiksiz bilmelidir. Başka türlü iyi çeviri olmaz. İyi şairlerin yaptıkları çevirilerin bizi yüreğimizden vurması da bu nedenledir
19 Şubat 2017
Çarşamba günü (15 Şubat 2017) gazetede sevgili ve aziz ağabeyim Hıncal Uluç'un köşesini açtım ki, bendenizi öven bir yazı. SABAH Pazar ekinde yazdığım, Notos dergisinin düzenlediği 100 Önemli Çeviri başlıklı anket hakkındaki yazımı değerlendiriyor (12 Şubat 2017). Asıl beni nasıl tanıdığını anlatıyor. Doğrudur; ilk ustalarımdan biridir. Ondan çok şey öğrendim.
Konu olan ben değilim. Hıncal Uluç'un değer atfettiği bir kişiyi nasıl zamanlar içinde izlediği, onun başarısı olarak gördüğü durumlar karşısında nasıl sevindiği, onu nasıl desteklediği, yüreklendirdiğidir. Naçizane bir hoca olarak ne derecede önemli olduğunu bildiğim ve ülkemizde neredeyse tümden bulunmayan bu hasletin karşısında ben de kendisine bir kere daha hayranlık duydum.
Sevgili abi o yazısında bana görev vermiş. Değindiğim yazıda bahsettiğim bazı hususları eleştirmiş, o arada da bazı saptamalarda bulunuyor. Onlara yanıt vermemi istiyor. Kendisine bir mesaj gönderdim. Kemal Tahir'in dediği gibi, "Can, baş üstüne aziz ağabeyciğim" dedim. Çalışayım sorduğu soruları cevaplamaya.
***
Hıncal Abi'ye tamamen katılıyorum. Çevirmenin çeviri yaptığı dili iyi bilmesi elbette önemlidir. Ama asıl önemlisi çevireceği dili yani anadilini kusursuz, eksiksiz bilmelidir. İyi şairlerin yaptıkları çevirilerin bizi yüreğimizden vurması bu nedenledir.
Nazım Hikmet Lafonten'i,
Can Yücel Shakespeare'i,
Orhan Veli Aragon'u,
Cahit Sıtkı Verlaine'i çevirirken bize eşsiz şiirler (çeviriler değil) üretmişse bu güçleri sayesindedir.
Ataç'ın mucizevi çevirileri de aynı nedenle kusursuzdur. Anadilindeki metinlerden de güzeldir onlar. Türkçesi daha çapaklı, paslı, pürüzlü, pütürlü olan yazar ve ozanların çevirileri ne kadar doğru olsa da iyi olmaz. İtalyanlar
"Çeviri haindir; sadığı güzel, güzeli sadık olmaz" demişse bundandır. Ama buradaki ihanet sadakat içindir.
Bütün bu 'oyunların' yapılabilmesi, ne bileyim Can Yücel'in '
to be or not to be'yi '
bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin' diye çevirmesi düpedüz bu nedenledir. Kısacası çeviri, 'çeviri' olmamalıdır. Anadilde söylenmiş olmalıdır. Ataç, bunun için yollar da öneriyor, anlamı çevirin, cümleleri bölün diyordu.
İşte bu nedenle anadilden değil de ikinci bir dilden yapılan çeviri o ikinci dildeki 'oyunları' çevirmemizi zorunlu kılar. Can Yücel 'bir ihtimal...' dedirtti. Shakespeare'i İngilizceye Türkçeden çevirecek olan kişi 'bu' deyişi çevirecektir. Ortaya ikinci aktarımda ana metinle ilgisi olmayan bir metin çıkar. O halde, istediğimiz kadar ana maksadı aşmamak kaydıyla serbest çevirelim, gene de bu esnekliği anadilde yazılmış metinlerde gösterelim derim.
Hıncal Abiciğim bir çok çevirmen tarafından ayrı ayrı çevrilmiş metinlere değiniyor. Küçük Prens'i örnek veriyor. Ne kadar güzel! Sadece bizde değil dünyanın birçok dilinde o kitabın çok sayıda çevirisi var. Bana hangisini tavsiye edelim çocuklara diyor. Zor soru. Ben üç çeviri üstünde durayım. Önce
Tomris Uyar ve
Cemal Süreya'nın çevirisi. (Birlikte başka yapıtlar da çevirdiler ve tümü çok güzeldi. Süreya Fransızca, Uyar İngilizce bilir, birbirlerinin bildiği dilleri bilmezlerdi. Bu işbirliğinden muhteşem çeviriler doğdu. Nedeni, ikisinin de Türkçeye o derecede iyi hakim olmalarıydı.) Sonra
Selim İleri'nin çevirisi. Bunlara bir de
Sedef Ecer'le
İsmail Yerguz'un çevirisini eklerim. Ben
Azra Erhat'ın çevirisiyle büyümüştüm. Onu bir hatıra kabul ederim.
Ahmet Muhip Dıranas çevirisini de gene Türkçenin bu büyük kaleminden çıkmış bir çeviri nasıl olur diye akademik bir merakla okudum.
Hıncal Abi'nin bu saptaması önemli. Gerçekten de bu dört çeviri bence karşılaştırmalı olarak okunmalı. Ama adım gibi biliyorum ki, gelecek kuşaklar da kendi çevirmenleriyle okuyacak bu çekici metni.
Bir başka saptama, gizli çevirmenler. Bitmez tükenmez bir deryadır bu konu. Hıncal Abi bazılarına değinmiş. Engin Ardıç da sık sık anar,
Kemal Tahir'in
Mayk (Mike) Hammer çevirilerini. Bu çeviriler/yeniden yazımlar için Hıncal Abi "Yemin ederim orijinalinden iyiydi" diyor. Elbette öyledir. Kemal Tahir, mesela şöyle bir cümle söyletiyordu Mayk'a: "Bu güzel şehir öyle mi? Bu taşını toprağını... Pardon toprağı laf gelişi! Namussuzda toprak filan kalmamış ya. Taşına betonuna, demirine gürültüsüne kurban olduğum it ahırını mı" Nasıl sevilmez? Üstelik bununla da yetinmemiş, çeviri adı altında, kendi yazdığı romanlarda, orijinal karakterden çok farklı bir kişilik oluşturmuştu.
Şimdi
Everest Yayınları ünlü yazarların yaptığı
George Simenon çevirilerini yeniden yayınlıyor. Nefis bir seri. Hepsi birbirinden güzel. Bunlar gizli çevirmenler değil. Ama Simenon adı onları bastırmış zamanında. Şimdi ise Simenon için değil çevirmenleri için okuyoruz o kitapları. Gizli çevirmenler deyince 1970'lerdeki sol yayın furyasında adını saklamak zorunda kalan çevirmenleri analım. Neredeyse sayısızdır.
Bu iyi çeviri konusuna girince 'uyarlama'dan söz etmeden olmaz. Hıncal Abi de bunları vurguluyor.
Ahmet Vefik Paşa'yı anıyor. Muhteşemdirler. Her şeyden evvel "Kendime böyle deli dedirtene kadar neler çektim" diyen, birbiri ardınca sayısız anekdotunu bir çırpıda yazabileceğim, son dönem Osmanlı tarihinin en renkli kişilerinden saydığım Paşa'nın kendisi muhteşemdir. Söylenecek tek söz yoktur uyarlamalarına.
Haldun Taner ustamız muhteşem
Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyununda büyük tiyatrocumuz
Tomas Fasulyeciyan'ın nasıl Bursa'da vali olan Vefik Paşa'ya sığındığını anlatır. Paşa, Türk tiyatrosunun ilk kurucusudur. Uyarlamaları o derecede zevklidirler. Bir öyle oyun da
Ferhan Şensoy'un
Çehov'dan uyarladığı
Fişne Pahçesu oyunudur. Ama daha ilginç bir oyun arayanlara
Nazım Hikmet'in
Tartuffe-59'unu önereyim. Kısacası iyi çevirir, iyi uyarlama yabancı bir metnin bizde olmasını, kalmasını sağlar.
Velhasılı kelam bu çeviri konusu bitmez. Sadece köşedeki yerimiz biter. Hıncal Abi hoşlukla kalsın.