Karanlık bazı ilişkilerin biçimlendirdiği basın, insanı ürkütüyor, güvenilen dağlara kar yağdığı izlenimini veriyor. Ama ne yazık ki, dünyanın her yerinde böyle bir basın sorunu var. Fakat bunun dışında da bir basın sorunu var dünyada: Değişen şartlara ayak uydurmamaktan kaynaklanan bir problem bu: Düşen tiraj, okunmayan yazar, satmayan gazete sorunu.
Bu konu sadece bir politika ve habercilik meselesi olarak ele alındı, alınıyor. Oysa kaynakta gerçekten de teknoloji ve haberleşme yöntemlerindeki değişiklik yatıyor. Gazete bugünkü insanın hayatında ne kadar önemli bir rol oynuyor sorusu ciddidir. 19. yüzyılın şartlarında oluşmuş bir 'mecra'dan bugünkü dünyaya uyum sağlamasını beklemek anlamsızdır. Gazetenin pabucu dama atılmak üzeredir. Gelecek üç-beş yılda gazetelerin çok sınırlı şekilde yayınlandığını göreceğiz.
***
Yazılı basını önce
radyolar alt etti.
Amerika'da yapılan bir araştırma bu konunun önemini çok açık bir biçimde ortaya koydu. Oğul
Bush ikinci kez seçilirken yerel radyoların yoğun ve etkili olduğu yerlerden çok oy alamadı. Hatta rakibine büyük farklar attığı bölgelerde bile bu ayrım görüldü.
Radyoların hayatımıza yeniden girişi
1990'lı yıllar... Televizyonların tekdüzeliğinden sıkılan, bir program izleyeceğim derken reklam izlemeye daha fazla zaman harcamaktan yılan insanlar, evden işe gelip giderken, evde bir işle uğraşırken radyoya kulak vermeyi daha uygun buldu. Hatta 1993 yılında
Çiller, DYP genel başkanlığına seçilirken gene bir yasal düzenleme maksadıyla veya mucibince radyo yayınlarına son verilmişti. Dağ taş '
radyomu istiyorum' sloganıyla inliyordu. O da propagandasını aynı sloganla yaptı.
***
Aradan 20 yıl geçti ve
yerel medya kavramı radikal biçimde anlam değiştirdi. Yerel basın organları varlıklarını ve etkinliklerini sürdürüyor.
Bunda kuşku yok. Fakat
haber ve iletişim olgusu, kapsam ve içerik bakımından onu da, ana medyaları da aşacak bambaşka bir çizgiye itildi.
Bunun nedeni
kitle iletişiminde görülen devrim.
James Gleick'in The Information isimli kitabı bunu mükemmel biçimde gösteriyor. Cep telefonlarının, cep kameralarının ortaya çıkması, yaygınlaşması, gündelik hayatın ayrılmaz parçası oluşu başlattı söz konusu dönüşümü. Onun ardından
bloglar, Facebook ve
Twitter geldi. Bunların her birinin kendine özgü bir sosyolojisi var. Şimdi yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Facebook daha yaygın ve her sınıftan insanın katıldığı bir ortamdır. Twitter'ı daha çok entelektüeller, basın dünyasının insanları kullanıyor. Bloglar ise başlı başına bir dünya. Artık kitap okumayan nesiller blogları izliyor.
Bu benim daha fazla ilgimi çeken bir şey:
Bloglar bana orta çağın 'usta'larını, alimlerini, ağzının içine bakılan kişilerini anımsatıyor.
İnsanların izlediği
bloggerler var. Onlar ne diyorsa ötekiler öyle yapıyor. Ama bu ezici, tek boyutlu bir şey değil. Hangi alanda istiyorsanız o alanda sayısız düşünce ve insan karşınızda duruyor. O konuda dilediğiniz kadar görüş var elinizin altında. Kim gönlünüze yatar, sizi tatmin ederse o şekilde davranırsınız.
***
Söylemeye bile gerek yok. Artık haber vermek sadece bildiğimiz medyanın sınırlarıyla kısıtlı değil. Haberi sadece '
muhabir' toplamıyor. Tersine, basın bugün bir olay olduğunda o bölgede bulunan insanlara muhtaç. Onlar görüntü alıyor, ses kaydediyor, tanık oluyor, kayıt yapıyor. Blog denen hadise bunun öteki yüzü. Bir konuda bu kadar çok sayıda görüş elde edebilmek mümkünken o alanda haber veren tek bir kişiye bağlı kalmak niçin söz konusu olsun?
Bunu sağlayan yalnızca bir unsurdan dem vurulabilir:
Saygınlık. Bir alanda yazan 'o' insanın izleyicileri vardır basında. Ama aynı saygınlık niçin bloglarda teşekkül etmesin? Oralarda yazanların formasyonu diğerinden daha mı geride? Elbette daha sıradan olanlar da var çok daha niteliklisini bulmak mümkün. TV izlerken zaping yapmak gibi bir şey bu; sıkıldın mı basarsın düğmeye geçersin bir başka kanala. Blog da öyle, bunu beğenmiyorsan bir başkasını okursun, izlersin.
Yeni medya, yeni basın buradan doğacak.
Artık kimse kimsenin esiri değil. Bunu gören var görmeyen var. Görenler önlem alıyor, çehre ve yapı değiştiriyor. Diğerleri eski tas eski hamam deyip gidiyor. Ben onlar için 'tıngır hamam tıngır tas' sözünü daha çok seviyor, daha uygun buluyorum.
Hamiş: geçen haftaki yazımda
Madame de La Fayette'e ait olan La Princesse de Cleves romanını
Madame de Stael'e mal etmişim.
De Stael'e de saygım sonsuz ama o muhteşem romanın yazarı
de La Fayette'ten özür dilerim; ellerinden öperim.