New York sokaklarında dolaşırken gördüğüm Amerikalılar olsun, daha 'derin' Amerika'da karşılaştıklarım olsun, bende her zaman bu ülke insanlarının 'farklı bir Orta Çağ' yaşadıkları izlenimini uyandırmıştır, bunu da çok yazmışımdır. Fransa'ya giderseniz bütün o kırmızı, kanlı et merakları, giyim kuşam tarzları, 'organize dağınıklık' tavrı içindeki hal ve davranışları, elleriyle yemek yeme alışkanlıkları, kirleri, pasaklıklarıyla Fransızlar düpedüz Orta Çağ'ın uzantısıdır. Birçok düşünür de 'fizik' olarak Fransa'nın Orta Çağ'dan 1970'lerin sonunda çıktığını belirtir. Gerçekten de Fransa'nın daha ücra yerlerine gittiğinizde elektiriğin oralara anılan tarihlerde geldiğini, televizyonun çok daha sonraları eriştiğini öğrenirsiniz. (Hayranı olduğum François Truffaut'nun o çok güzel filmi 400 Darbe'de, 1950'lerde, annesi çocuğunu, bizim de çocukluğumuzda çok karşılaştığımız gibi leğende yıkar. Leğen odanın ortasındadır. Gene çok iyi hatırlarım, 1990'ların başında Paris'te, hem de namlı bir semtte kaldığım otelde küvete sıcak suyu odacı sırtında güğümle getirip dolduruyordu. Akar su zaten yoktu. Birkaç gün üst üste her sabah su istediğimde adam nihayet "Hasta mısınız?" diye sordu. Zamanda bir yolculuğa çıkmışım sandım ve yaşadıklarıma inanamadım. Çünkü yüzyılın başında Paris'e kaçmış bir Jön Türk'ü anlattığı Bir Sürgün romanında Yakup Kadri tıpa tıp aynı sahneyi betimlemişti, ben de aynen yaşıyordum.) Amerikalıların 'Orta Çağlılığı' bundan biraz daha farklıdır. Amerikan milleti 20. yüzyılın Orta Çağ'ını yaşıyordu. Sonra büyük bir hızla 21. yüzyılın Orta Çağ'ına geçti. "Nedir bütün bu Ortaçağ izleniminin özü?" diye sorarsanız "Savaşçılık," derim. Doğrusu da odur: Orta Çağ, savaşçılığın zamanıdır. Evet, saray hayatı falan da yavaş yavaş biçimlenmeye başlamıştır ama belirleyici unsur savaştır, o dönemde. Buna bir de doğal hayatla içli dışlı olmak eklenir. Amerika bu savaşçılık düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanlar, toplumsal kültürün bir uzantısı olarak, savaşçılık ruhuyla yetiştirilir. O toplumsal kültürü düpe düz 'sosyal Darwincilik' hazırlar. Hayatla mücadele edilecektir. Yılmak yasaktır. Sonuna kadar direnmek gerekir. Rekabet yani mücadele, hayatın tuzu biberidir. O olmazsa yaşamanın ve bireysel varoluşun anlamı yoktur. Güçlü olan kazanacak ve yaşayacaktır. 'Acısız kazanılmaz' düşüncesine iman etmiştir Amerikalılar. Herkes ekmeğini taştan çıkaracaktır. Siz sanıyor musunuz ki, Amerikalılar bu sağlık ve spor meselesine sadece hayırhah bazı nedenlerle bu derecede ram olmuştur? Geçiniz efendim. Amerikalılar hayatla ve diğer insanlarla mücadelede kuvvetli, daha da kuvvetli olmak için bedenlerini o ezaya muhatap eder, maruz bırakır. Sporlar da doğrusu bu anlayışa koşuttur. En sevdikleri iki spora bakın, anlarsınız. Amerikan futbolu kıran kırana bir mücadeledir. O oyunu oynayan gençler birer insan azmanıdır. O kadar ki, Amerikalılar, çok iri birisini gördüklerinde 'futbolcu' derler ve futbolcuları da 'garibe' diye tanımlarlar. Öteki gözde spor beyzbolun da güç açısından futboldan ayrı kalır yanı yoktur. 'Medeniyet' sporu diye bilinen basketbol ise savaşın bir başka simülasyonudur. Takım ruhu, dayanışma, ortak plan yapma, birlikte hücum, birlikte savunma gibi şeyleri bir araya getirince, Orta Çağ savaşçılığı bütünlenir. "Gene de bunların hiçbiri beni giyim kuşam kadar etkilemez," diye yazdığımı hatırlıyorum. Hele kış sabahları evden çıkan insanlara bakınız. Bir savaşa gider gibi hazırlanmış, giyinmişlerdir. Hiçbir şeyleri eksik değildir. Sokaklarda çalışan işçileri görseniz, şaşarsınız. Üstlerine alet edavat cepkenleri falan giyerler. Itfayeciler de öyledir, polisler de. Adamlar adeta tasarlanmış, adeta yapılmışlardır. Zırhını, pusatlarını kuşanmış birer savaşçıdırlar. Büyük yükleri taşıyacak ölçüde güçlenmişlerdir. Bir mücadeleye hazırlanmaktadırlar ya da bir mücadeleden çıkmışlardır. Şimdi buna yeni bir boyut eklendi. Yıllar önce bir arkadaşımla Amerika'da bir yerden bir yere gidiyorduk. Adamın birini gördüğümüzde ikimiz de şaşırmıştık. O zamanlar bu kadar gelişip yaygınlaşmamış bir elektronik aygıtlar dünyasında adamcağızın her yerinden bir başka şey sarkıyor, sallanıyordu. İkimiz de birbirimize bakmıştık ve ben "Çağdaş kovboy," demiştim. Silahlarının yerini elektronik aletlerin aldığı bir kovboy. Geçenlerde bir Amerikan moda dergisinde 'Sistemi vurmanın en stil yolu' diye bir ilan görünce, o günü anımsadım. Yolcular için tasarlanmış bir ceket bu. 24 cebi var. Kolları takılıp çıkarılıyor. İç cepleri saydam malzemelerle kaplı. Büyük cepler, küçük cepler mevcut. Bütün bunlar ipad, iphone, ipod, su şişesi, anahtarlık, kalem, fotoğraf makinesi ve daha bir sürü şeyi 'saklayarak' taşımak için düzenlenmiş. Her bir enstürman için bir cep var. Kabloları ceketin içinde gizlenmiş yollardan geçip size veya birbirine ulaşıyor. Ceketi üstünüze giyip aletleri de içine yerleştirdiniz mi, işiniz iş. Havalanlarındaki aramalarda da hayat nispeten kolaylaşıyor. Eğer metal detektörlerinde sinyal veren bu tür şeyleri bu cekete yerleştirmiş, onu da ekrandan geçirmişseniz, mesele yok. Kuş gibi hafif, elleriniz cebinizde, yürüyüp gidiyorsunuz. Merak edenler için yazayım: 'Hediyesi' 140 dolar. İşte buna 21. yüzyıl Orta Çağ'ını yaşamak diyorum. Bugünün savaşçısı böyle yaşayacak. Hepimiz artık elektronik savaşçısıyız. (Aynı zamanda elektronik savaşçıyız ama o ayrı bir mevzu...) Sonunda ihtiyaçlar belirliyor her şeyi. Modayı da. Her savaşçı nasıl her sabah zırhını giyip meydana öyle çıkıyorduysa, anlaşılan bundan sonra da böyle olacak. Şimdiden geliyor gözümün önüne ve tahmin edebiliyorum; önümüzdeki kış New York metrosunda kaç kişi üstünde bu ceketlerle yolculuk edecek. Bu gene iyi. Aradan bir süre daha geçecek. İnsanlar bu zırhları taşımaktan yorulup usanacak. En nihayet bütün o aletler vücudumuzun bir yerine monte edilecek. Onları bedenimizde taşıyacağız. Cekete de ihtiyaç kalmayacak. O vakit Orta Çağ'dan kurtulmuş mu olacağız?