Büyük kent demek insanın dilediği zaman başını alıp gitmesi, mutlaka başını sokacak bir yer bulması ve mutlaka bir serüven yaşaması demektir. Dümdüz hayatlar sadece kırsal alanda olur. Kent bir yürek gibi çarparken ve sokaklarında uğultular yaşanırken insan oradan oraya savrulur. Bağlanacağı limanlar daima barlar, lokantalar, kulüpler ve büyük otellerdir. Gerçi çiçekçiler, çikolatacılar, kitapçılar da kentin vazgeçilmezleri arasındadır ama bir başka olmazsa olmaz kent özelliği insanın her türden fantezisini karşılayacak mekânların, dükkânların mevcudiyetidir. Büyük kentlerdeki Çin, İtalyan, Polonyalı, Yahudi mahalleleri, oralardaki dükkânlar dünyanın her türden hayalini, hülyasını ayağınıza getirir. Ha, bir de öteki dünyalarımızın fantezileri vardır. Daha gölgeli, daha karanlık bir yerde duran cinsellikle ilgili onca farklı talebin karşılandığı yer de gene kentlerdir. Kısacası kent insanı kendi dışına taşıran, insanın kendisinde saklı kalmış onca yanı ortaya çıkaran, öne iten bir haritadır: Bir düşler, hayaller haritası. Ben de kentleri daima böyle yaşadım. Yazları severim, doğayı da severim. Onda kendine özgü bir erdenlik ve etik bulurum. Bu beni arındırır. Deniz neredeyse vazgeçilmezdir hayatımda. Kırları ve dağları da büyük bir erinçle kavrarım. Gene de asıl beni 'uçuran' kentlerdir. Yaz olsun, kış olsun onun sokaklarında, meydanlarında dolaşmak, her gün bir başka şeyler karşılaşmak, bir kentin üst üste yığdığı tarih katmanlarını ayıklamak en büyük tutkularımdandır. Neredeyse tamdan da tam bir kent insanıyımdır.
BARLAR VE KAHVELER
Gene de kent deyince aklıma iki şey gelir: Kahveler ve barlar. Nereye gidersem gideyim yaptığım ilk iş kaldığım yerin civarındaki kahveyi ve barı bulmaktır. Ondan sonra kendime ait olan, kendime ayırdığım zamanın tamamını oralarda geçiririm. Sabah uyandıktan sonra evdeki işimi bitirip soluğu kahvede alırım. Okur, yazar, çalışır, bir şey yer içerim. Bazen elimde uzun sürecek bir işim varsa bir kahveden ötekine giderim. Dünyanın her yerinde unutamadığım kahveler vardır. Kahveleri sabahları ve boşken severim. Barlar o kadar değil, tabiatıyla. Gene de hayatımın epey bir bölümünü oralarda geçirmişimdir. Eskiden daha fazla giderdim. Aynen kahveler gibi unutulmaz, vazgeçilmez saydığım barlar vardır. Onların hayatım oldukça bulundukları yerlerde kalmasını isterim. Nereler mi? Paris'te Rosebud, New York'ta Pete's Tavern, Olives, Whiskey Blue. Washington'da ne yazık ki artık kapatılmış, yandaki tütüncüden aldığım puroları tüttürdüğüm Nathan's öyleydi. Bir de böyle bir yer Ankara'daki Siyah Beyaz'dır. Eskiden Mimarlar Derneği vardı o kentte, kapandı. Evime çok yakındı. Gece yarısından sonraya kadar çalışır sonra gider orada Sibel Köse'yi, Yahya Dai'yi, Tuna Ötenel'i, binde bir Kamil Erdem'i dinlerdim. Siyah Beyaz'sa yıllarımın mekânıdır. Sadece bar denmesi haksızlıktır. Orası aynı zamanda Türkiye'de çağdaş sanatın oluşumunda çok önemli rol oynamış bir galeridir. Barsa, bir mekânı bara dönüştüren en önemli özelliğe sahiptir: Herkes birbirini tanır, bir araya gelir, kaynaşır ama gene de isteyen herkes anonim kalır. Mekânın kendisi ayrıca karakteristiktir, etkileyicidir. Kendi tarihini taş üstüne taş, yani fotoğraf üstüne fotoğraf koyarak oluşturmuştur. Ne kadar yazı yazdım orada, kimlerle tanıştım, neler yaptım ayrı bir meseledir. Faruk ve Fulya Sade oraya bir ömür vermiştir. Ayakta kalması için nelerden vazgeçmişlerdir. Yıllardır çok az gidiyorum oraya ama ölene kadar ben açık kalmasını istediğim bir yerdir. Derken, Ahmet Boyacıoğlu'nun filmi geldi: Siyah-Beyaz.
FİLM, MEKÂN, İNSAN
İnsanın kendisiyle ayrı bir ilişkisi olan, hayatında onca etkili olmuş bir mekânı bir filmde hem de doğrudan ona ait bir öyküyle görmesi farklı bir duygu. Fakat filmi bu açıdan kavramayı son derecede yanlış buluyorum. Bu kendisine özgü bir film. O mekânı benim bilip bilmemem hiçbir şey ifade etmez. Sonunda filme film olarak bakıyorum. Öyle olunca da karşımda son derecede sıcak, naifliğini gücü haline getirmiş, tutarlılığını kendi bütünlüğünden alan bir film var. Filmin sadece Siyah Beyaz'ın filmi olarak görülmesi bana göre yanlış. Sadece Siyah Beyaz'ı bilenlerin o filmden zevk alacağını düşünmek daha da yanlış. Aynı şekilde ha bire filmin bir ilk film olduğunu vurgulamak da anlamsız. Sonunda ortada başlı başına bir film var. Hatta bana göre bir 'anlatım' (narrative) filmi olarak hem özgün hem de önemli. Türk sineması öykü anlatımını önemseyen, öyküde yer alan kişileri derinleştirmeyi bilen, konularını gündelik hayatın içinden seçen bir sinema değil. Ya bütün dünyayı durduracak kadar önemli saydığı konuları kendisine eksen alıyor ya da hâlâ Tarkovski filmlerinin etkisi altında yaptığı her şeyi 'sanat sineması'nın en mümtaz örneği gibi ortaya çıkarıyor. Siyah Beyaz çok daha mütevazı bir yerde dursa da bence 'insan' veya 'karakter' odaklı bir film. Üstelik Siyah Beyaz'da mekân başlı başına bir karakter olarak filme girmiş. Hepsinden önemlisi tepeden tırnağa bir kent filmi. Tiplere ve öykülerine dayanınca da ister istemez oyunculuklar öne çıkıyor. Herkes başarılı. Tuncel Kurtiz'e ne denebilir? Barmen kötü mü? Doktor tam bir karakter. Ama Derya Alabora ile Erkan Can'ın oynadıkları bir sahne var ki, ikisine de "Döktürüyorlar," demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Sonunda hayat üstüne yapılmış incelikli, uzun, hüzünlü ama mutluluk veren bir şarkı o. Bu film bir barın öyküsü değil. Böyle sunulması filmi daraltır. Barda geçen bir öykü perdedeki. Bir öykü kendi gerçekliğini kurabiliyorsa anlamlı ve önemlidir. Siyah- Beyaz bunu başarabilmiş; iç içe geçen öykülerle örülmüş. Barın öyküsü öykülerden bir öykü sadece. Üstelik Siyah Beyaz başından sonuna kentli bir film. Kentin, mekânın, insanın iç içe geçtiği kaç film biliyorsunuz?