Edebiyat, 'entelektüel piyasanın altını'dır. Sinema ise entelektüel piyasanın doları… Ekonomi ve kültür; yalnızca iri mecazi laflarla bir araya gelebilecek etkileşimsiz alanlar olarak değil, bilakis belirli açılardan birbirini esinleyen, dönüştüren ve Kovid-19'un varyantları gibi yer yer olumlu, yer yer de olumsuz anlamda mutasyon geçiren 'disiplinler' olarak görülmeli.
Başlıktan ve girizgâhtan anlayacağınız üzere; bugün Üç Boyutlu Portre'de bir ekonomi ve kültür yazısı yazacağım. Ya da önceliği kültüre ayırıp, "Kültür ve ekonomi yazacağım" mı deseydim! Gel gör ki 'Altyapısız üstyapı olmaz' diye bir kaide var. Klasik Marksizm öyle der ya! Gerçi son 100 yılda işler değişti. Ekonomi ve kültür; artık altyapıdan üstyapıya ve üstyapıdan altyapıya doğru bir etkileşim içinde. Bu nedenle okuyacağınız yazı, bu köşede sık gördüğünüz üzere 'disiplinler arası' bir yazı olacak.
KÜRESEL ASGARİ ÜCRET ÇAĞI
Devletler; ekonomik olarak adil biçimde büyümeye ve kazancı adil bölüşme anlayışını benimseyen bir eko-kültür' tesis etmeye mecbur. (İklim de çok önemli elbette ama ekolojinin 'eko'sundan çok, öncelikli olarak ekonominin 'eko'sunu disiplinler arası düşünmeli, saksıyı bu ana izlek doğrultusunda çalıştırmalıyız.)
Çünkü bunun aksi, küresel güvenlik sorunlarını beraberinde getirecek.
Küresel asgari ücret olarak nitelendirebileceğimiz evrensel temel gelir kavramının giderek daha çok önem kazanması bunun kanıtı. Küresel asgari geçim sınırı; dünyanın siyaseten 5'ten, ekonomik olarak da 20'den büyük olduğunun göstergelerinden biri.
Günümüzde ekonomi ile kültür, en azından 20. yüzyıla oranla çok daha etkileşimli. Frankfurt Okulu, bunun eleştirisini daha 20. yüzyılın ortalarında yaptı. 21. yüzyılın ilk çeyreğine yaklaşıyoruz. Şimdiye anlamış olmak lazımdı zaten. Öyle ya! Her birimiz, kendi kesemiz söz konusu olduğunda bir parça ekonomistiz, iyi de 'kültür müşterisi'yiz. Ve teşbihte hata olmaz o meşhur İskoç atasözündeki gibi 'ucuz ürün alacak kadar zengin olmadığımızı' kabul etmemiz lazım. Kültürde ucuzluğa kaçmamalıyız. Ama açıkçası kültürde kimi yerde ekonomiden daha fukarayız. Ekonomide daha dinamiğiz. Kültürde, her kesim için söylüyorum, atalet yaygın.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, 2023 planında ekonomiye, 2053 planını ise kültüre ağırlık verileceğini açıklaması tesadüf değil. Zamanımızda ikisi epey etkileşimli olduğu için şimdiden yatırıma başlamak gerekiyor. Vakit nakittir. Ama kültür, siyasete karşı özerkliğini muhafaza etmeli. Ekonomi gibi 'siyasa' ile yönetilebilir bir alan değil çünkü kültür. Yönetme değil de teşvikle büyüyecek bir disiplin.
EDEBİYAT DA EKONOMİ GİBİ BOLLUK TEORİSİYLE BÜYÜR
Kimileri -banka kredisi çekip dolara yatırarak talep enflasyonunu körüklemeseydi- devlet de geçen hafta piyasaya bu kadar keskin müdahalede bulunmazdı.
Paniğe kapılıp ev satan, krediyle dolar alıp batanların öykülerini çevrenizde bile işitiyorsunuz. Hâlbuki pandeminin ilk dönemlerinde şahit olduğumuz üzere tedarik zinciri de tıpkı bankacılık sistemi gibi güvene dayanır. Kıtlık fikrine inanırsa değer üretmekte zorlanır. Bilakis hem edebiyat, hem de ekonomi bolluk teorisiyle büyür, serpilir, gelişir.
Bu dünyada herkese yetecek kadar rızık var. Mimetik arzu ile bile kimse kimsenin sanatını taklit edemez. Etse bile taklitler aslını yaşatır. Bir misal: Cervantes, Türklerle İnebahtı Deniz Savaşı'nda savaşırken tek kolunu kaybetmiş ve Magrip/Cezayir'deki bir zindanda esir tutulmuştu. İşte o süreçte sahte bir Don Kişot yazarı çıktı ve "Don Kişot'un yazarı Miquel de Cervantes Saavedra değildir. Gerçek Cervantes benim" dedi. "Üstelik onun yazacak kolu bile yok," dedi. 'Orijinal Cervantes' ise "Ben Türklerle savaşta kolumu kaybettim, şerefimle yaşadım ve şerefimle yazıyorum. Tek kolum bile taklitlerimi bu kadar korkutuyorsa..." cümleleriyle mukabele etti ona.
MİLLİ PARANIN KÜRESEL GÜVENLİĞİ
Dil çeşitliliği edebiyatın zenginliğiyse, para birimi çeşitliliği de ekonominin zenginliğidir. Bir para biriminin -misal dolar- küresel piyasayı domine ettiği, edemediğinde ekonomi savaşlarının bir silahına dönüştüğü iktisadi sistem, hayatın olağan akışına aykırıdır. İktisat biliminden söz eden TÜSİAD'çıların buna da bir çift lafı olmalı.
Ve her devlet, doğal olarak parasının itibarını korumaya çalışır. Türkiye de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın öncülüğünde son bir haftada bunu yaptı.
Ulusal para birimleri, kendi ulus devletlerince büyük türbülanslar geçirse bile var olur, çünkü 'pula dönüşecek olsa bile' vergi olarak geçerliliği vardır. Türkiye bir türbülanstan geçti, muhtemelen halen geçiyor. Ama eli armut toplamayacak bu geçiş sürecinde. Çünkü mesele, yalnızca ulusal değil, küreseldir. Milli paranın güvenliği, küresel bir meseledir.
PİYASA DERBİSİ: ALTIN-DOLAR
Edebiyatla sinemanın ilişkisi de büyük oranda 'ekonomik'tir. Çağımızda izleyici 'velinimet' olarak görülürken, kitap okuru az kazandırdığı için ihmal edilmiştir. Çünkü sinemada çok daha fazla 'para' var. Sinemanın endüstrisi, ekonomisi büyük. Sinema, Adorno'nu deyişiyle kültür endüstrisinin lokomotifidir. Paris-Londra treninin Manş Denizi'ni geçmesi gibi Atlantik Okyanusu'nu kat ederek Avrupa'dan ABD'ye geçmiş bir trenin lokomotifi…
İlk sinema eserleri Paris'te üretildi. İster Lumière Kardeşler'i (Sonradan trans olan Matrix'in yapımcı ve yönetmeni Wachowski Kardeşler'in sanatsal anlamda atası sayılabilirler), ister Georges Méliès'i milat alın, sinemanın doğum yeri Fransa'dır. Ama doyduğu, doyurduğu yer ABD olmuştur.
"Çağımızın insanı, film/dizi seyretmek dururken niye roman okusun?" sorusu sıklıkla sorulan bir soru. Hâlbuki cevabı basit: İnsan; roman okurken hayal gücünü daha çok kullanır, hikâyeye daha çok katılır ve dolayısıyla daha çok haz alır.
Sinemada görsel ve işitsel imajlar o kadar yüklüdür ki, Perry Anderson'ın deyişiyle imgeler şelalesinde fazla uyarana maruz kalır ve uyuşur. Ama roman öyle değildir. Hafızanızı diri, hayal gücünüzü zinde tutar.
Kültür ve eğitimin sanatsal hazla ilişkisi konusunda Marx'ın önemli bir aforizması var. Diyor ki, "Güzellikten tat almanın dolaysız oluşu ve aynı zamanda eğitim (kültür) gerektirişi çelişiyor gibi görünür. Ama insan ancak eğitim (kültür) yoluyla insan olur ve gerçek yaradılışını bulur."
Burayı şöyle toparlayabiliriz: İnsan; kültürü yükseldikçe sanattan ve giderek hayattan daha dolaysız, ama daha steril bir haz almaya başlar ve en önemlisi bir varoluş amacına yönelmiş olur.
PİYASA DERBİSİ: ALTIN-DOLAR
Altınla doların piyasadaki rekabeti ise derbiye benzetilecek derin bir maziye sahip. Yalnızca son yirmi yılı ölçü alırsak altının; doları yavaş yavaş, tavşanı geçen kaplumbağa gibi ezdiği görülüyor. Şu oransal veri bile yeterli: 2001'deki 100 bin dolarlık altının bugünkü değeri 600 bin dolar.
Aralarında yalnızca rekabet değil, ticari bir alışveriş de olan edebiyat ve sinema arasındaki konvertibilite de (Para birimleri veya para-altın arasındaki dönüştürülebilirlik) yüksektir.
Ve sinema, hiçbir zaman edebiyat üzerinde tahakküm kuramamıştır. Dolar ise ülkelerin para birimleri üzerinde göreceli bir egemenlik kursa bile ABD'nin siyasi gücünün düşüşü ile beraber uzun vadede trend olmaktan çıkacak bir para birimi. Kısa vade, orta vade ekonominin; uzun vade ise siyasetin, istihbaratın hatta kültürün konusu. Bu yüzden geleceğe uygun bir 'eko-kültür' modeli kurmak gerekiyor.