Meşale, terazi, bayrak, süngü, kartal ve çıpadan oluşan görsellerin üzerine ışık huzmeleri saçan bir ay yıldız, altına da defne ve meşe yapraklarından müteşekkil bir çelenk yerleştirilmiş. Bütün bu kompozisyon, "Hâkimiyet milletindir" yazısı ile halelenmiş.
Bu simgenin, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşanmış ilk askeri darbe olan 27 Mayıs darbesinin sembolü olarak kullanıldığını bilmeyen çoktur.
Modern Türkiye tarihi açısından Kabil'in Habil'i öldürdüğü ilk günah olarak nitelendirilebilecek bu darbenin, milletin iradesi, hâkimiyeti gasp edilmişken 'Hâkimiyet milletindir' cümlesiyle sembolleştirilmesi cuntanın nüktedanlığına işaret etmiyor. (Simgedeki görseller de belli ki boşuna seçilmemiş, misal terazi, adaletin; defne de zaferin simgesidir. Bahsi diğer...)
Gerçeği, karşıtıyla çarpıtarak sunmak tarihte ve edebiyatta sık görülen bir hadisedir. Orwell'ın başyapıtı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'teki "Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cahillik güçtür" sloganı bunun alegorik ifadesidir.
Misal ABD Savunma Bakanlığı'nın, kendi öz tarihi boyunca 'homeland' dedikleri anavatanı savunmak için değil, küresel imparatorluğun hegemonyası için çalışan bir 'Saldırı Bakanlığı' olduğu herkesin bildiği bir sırdır.
DARBECİLER ABD'DEN MAAŞ İSTEDİLER
Sabah.com.tr için yazdığım bir önceki yazımda meslektaşımız Nur Batur'un 2007'de SABAH'ta yayınlanan yazı dizisinde paylaştığı kimi CIA (ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı) belgelerini referans göstererek ABD'nin 27 Mayıs darbesindeki rolünü ana hatlarıyla resmetmeye çalışmıştım. Bu yazıda bir adım öteye geçeceğiz ve CIA'in 27 Mayıs'taki rolünü başka belge ve bilgilerle gözler önüne sermeye çalışacağız.
1960 darbesinden sonra cuntanın lideri Cemal Gürsel'le kritik bir görüşme yapan ABD Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren, "Daha önce Latin Amerika'da görev yaptım. Birçok askeri darbe gördüm. Amacını bir kenara bırakalım ama asker olsaydım, yapılış biçiminden dolayı gurur duyardım. Gördüğüm en titiz, en etkin ve en hızlı askeri darbeydi' diye cevap verdi."
'Titiz' bir darbe diyor! CIA belgelerinde Warren'ın, Türkiye'deki ilk darbenin ciddi riskler doğuracağı yönündeki öngörüleri de yer alıyor. Ancak öte yandan Warren, darbeyi Türkiye'yi bir 'müstemleke' ülkesine dönüştürmek için fırsat olarak da görmüş. Bu ise Türkiye'nin ABD'ye ekonomik bağımlılığının pekiştirilmesiyle söz konusu olacaktı.
Warren-Gürsel görüşmesi 'Beytülmâl'ın, yani hazinenin neredeyse tamtakır olduğu ve cuntacıların maaşları nasıl ödeyeceklerini kara kara düşündükleri bir dönemde gerçekleşti. Bu yüzden cunta ABD'ye her türlü tavizi vermeye teşneydi.
Aslında darbeden önce de durum pek farklı değildi. MİT'in atası MEH'in Reisi Behçet Türkmen'in personel maaşlarının ABD tarafından ödendiğini söylediğini oğlu İlter Türkmen'le 2007'de yaptığım röportaja atfen yazmıştım.
Pentagon'un ve CIA'in Türkiye'de etkinlik kurmaya başlaması Menderes döneminden önce, 1940'lı yılların başına dayanıyor. CIA Adana İstasyonu 1940'ların başında kuruldu. Menderes iktidara geldikten sonra da ABD derin devletinin Türkiye üzerindeki etkisi devam etti. Menderes -daha önceki yazılarımda işlediğim Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) örneğinde görüldüğü gibi- ABD'ye rağmen herhangi bir adım attığında Psikolojik Harekât operasyonları başlıyordu.
Bu yüzden 27 Mayıs darbesi, doğası gereği 'Amerikancı' olmak zorundaydı. Boşuna değildi, Alparslan Türkeş'in radyodan okuduğu 27 Mayıs bildirisinin şu cümlelerle noktalanması:
"Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız."
Darbeciler; NATO'ya, dolayısıyla ABD'ye bağlıydı ama ABD, ülkemiz tarihindeki ilk darbenin ordunun imajı üzerinde yaratacağı tahribatın da bizimkilerden daha çok farkındaydı. Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Dairesi'nin 1961 tarihli değerlendirme raporundaki şu cümleler dikkat çekici:
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nce yapılan kansız darbe, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inanışı yıkmıştır."
Elbette ordu; daha doğrusu cunta, yönetime ilanihaye değil, iktidarı başka bir güce devretmek üzere el koymuştu. Zira cuntanın ülkenin ekonomik sorunlarıyla uğraşmaya yetecek ne müktesebatı, ne de niyeti vardı.
Darbeden sonra iktidara gelmeye yeterince hevesli odaklar da hazırdı. Cemal Gürsel, "İsmet Paşa, gerdeğe girecek bir delikanlı gibi iktidar için sabırsızlanıyor" demişti.
Cuntanın asli görevi, Süleyman Demirel'in söylediği üzere "Halkın elinden devleti almaktı." Menderes iktidarı, halkın devlette temsilinin sembolü haline gelmişti.
Bu noktada Bernard Lewis'in, Modern Türkiye'nin Doğuşu adlı eserindekini bir analizi tekraren aktarmakta yarar var. Lewis, Türkiye'de ordunun sık sık askeri darbe yaptığını, ancak ilginç ve neredeyse 'takdir edici' biçimde iktidarı daha sonra sivil siyasetçilere devrettiğini söyler. Aslında bunun sebebi, darbecilerin sivil siyasete saygı duymaları falan değil, ekonomik zorunluluklardır.
27 Mayıs Darbesi'nden sonra bozulan ekonomiyi (Gürsel'in ABD'den maddi yardım istemesi boşuna değildi) düzeltmek iddiasıyla ordunun alyans kampanyası başlatması da bunun tezahürüydü. Halktan toplanılan alyanslar yerine ucuz metalik alyanslar verildi. Alyanslarını bağışlayanlara Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından bakır 'Devrim' yüzükleri verildi. (Ne de güzel kandırmışlar halkı.) İşte bu toplanan bağışlar OYAK'ın (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kurulmasına temel teşkil etti.
Darbenin yürütücü organı olan MBK 37 subaydan oluşuyordu. Komite, TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partili'yi tutuklattı.
Cuntanın asıl lideri Cemal Madanoğlu idi. Ancak rütbesi (o sıralar Tümgeneraldi) Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala tarafından yetersiz bulunmuştu. Bu yüzden "Darbenin lideri senden kıdemli değilse ordumla Ankara'ya yürürüm" deyince cuntanın başına muvazzaf bile olmayan emekli Orgeneral Cemal Gürsel getirildi.
Gürsel'in liderliğini zorunlu olarak üstlendiği cuntanın 27 Mayıs 1960 darbe bildirisinde batı ile ilişkilerin sıkı bir şekilde devam edeceğine vurgu yapması ve ilk temaslarda ABD'li yetkililere biat edileceğini bildirmesi ABD'nin darbe yönetimini kabul etmesini sağladı. CIA de, ABD yönetimini darbecilere güven vermesi konusunda teşvik etti. Milli Birlik Komitesi bu destekle yoluna devam edebildi.
Bu hızlı uyum sürecinde elbette ABD'nin daha önceden Türk subaylara eğitim vermesinin de belirgin etkisi vardı. Bu sayede ABD müesses nizamı, ülkemizin güvenlik ve istihbarat kodlarını yakından gözlemleme imkânı bulmuş ve ani değişikliklerde hızlı karar alabilme yetisine kavuşmuştu.
ZORLU'NUN İKİ ELÇİYLE KRİTİK GÖRÜŞMESİ
Gelelim darbenin tartışmasız en önemli dış politik sebebine; yani Menderes Hükümeti'nin Sovyetlerle -ABD'yi rahatsız edecek ölçüde- yakınlaşmasına…
Menderes, iktidarının son yıllarında artık Marshall Planı kapsamında ABD'den kredi alamaz olmuş ve Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir-Çelik fabrikaları başta olmak üzere sanayi projelerini kredilendirmek için SSCB ile görüşme 'cihetine gitmişti'.
Cemal Gürsel'le darbeden sonra görüşen ABD Büyükelçisi Warren'ın Menderes Hükümeti'nin SSCB'yi ziyaret etmeyi planladığı dönemde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile de (O da Menderes gibi darbeden sonra idam edildi) önemli bir görüşmesi var. Görüşmenin tarihi 13 Ocak 1960, yani darbeden yalnızca dört buçuk ay önce. Zorlu, Türkiye'nin başbakan düzeyinde bir SSCB ziyareti planladığını söylüyor. Warren, Zorlu'nun verdiği bu bilgiyi CIA'e ve ABD Dışişleri'ne iletiyor. 8 Şubat 1960'ta ABD, Zorlu'ya Türkiye'nin bu konudaki dürüstlük ve nezaketinden ötürü 'teşekkür ediyor'. Ayrıca Türkiye'nin -NATO üyeliğine halel getirmemek koşuluyla- kendi kararlarını alma hakkına sahip olduğu bildiriliyor. Bu konularda ne söylendiyse tersini anlamak lazım dedik ya. Aslında ABD'nin bu ılımlı yaklaşımı darbenin habercisiydi. Ne var ki hükümet, 'beyan esastır' diye düşünerek bu tehlikeyi görmedi.
Fatin Rüştü Zorlu 18 Mart 1960'ta ise Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi Nikita Rijov ile kritik bir görüşme yaptı. Sovyetler de Türkiye'nin NATO üyeliğinin Moskova-Ankara ilişkilerini olumsuz etkileyecek bir faktör olmadığını bildirdi. Zorlu ve Rijov 27 Mart, yani darbeden tam iki ay önce ve 6 Nisan'da Menderes'in müstakbel ziyaretini görüşmek üzere tekrar bir araya geldiler. Bundan beş gün sonra 11 Nisan'da Ankara ve Moskova bir açıklama yaptı:
"Başbakan Adnan Menderes 12 Temmuz 1960 tarihinde Moskova'ya resmi bir ziyaret yapacaktır. Bir süre sonra da SSCB Devlet Başkanı Nikita Kruşçev Ankara'ya iade-i ziyarette bulunacaklardır."
Ancak bu ziyaretler asla gerçekleşmedi. Çünkü çok değil, bir buçuk ay sonra 'Hâkimiyet milletindir' yazılı sembolün sahipleri, yani cuntacılar yönetime el koydu.
CIA'in, daha doğrusu Amerikan müesses nizamının 27 Mayıs'taki rolünü bu karineler ışığında anlayalım, anlatalım. Bu bilgiler sayesinde 27 Mayıs'ın, Türk halkına karşı bir zafer olduğunu söylemek mübalağa olmaz.