Son iki haftayı pek çoğumuz kalabalıklarla beraber meydanlarda geçirdi. Böyle hararetli, tansiyonlu, adrenalinli dönemlerden sonra insan bir süre inzivaya çekilmek isteyebiliyor. Kendi kozasına, yuvasına, mahallesine dönmek... İstanbul, esneyen sınırlarıyla sinirleri de geren bir azman şehir. Artık 'kentsel'den çıkıp 'semtsel'e varan dönüşüm sağolsun, koca bir şantiyenin ortasında, dört bir yanımızda yükselen gökdelen sitelerden arta kalan alancıklarda, inşaatlara mal taşırken her yolu tıkayan kamyonların arasında cambazlıkla idare ediyoruz. O tatlı, şirin, sıcak mahalle havası çok az yerde kalmış durumda. Son dönemde coşan Moda mı mesela? Pıtrak gibi siyah/gri çerçeveli hip kafe üreten yer mi mahalle, emin miyiz? 40 yıllık fırının 'Gourmet Cafe & Bakery' olduğu yer mi? Hani tuhafiyeci? Kırtasiye? Demode sokak arası pastane? Perihan Abla dizisini hatırlar mısınız? Perran Kutman'la Şevket Altuğ'un başrollerde yer aldığı yapım, o eski usul tipik mahalle hayatını en hakkıyla temsil eden yerli dizi olarak hâlâ hatırdadır. Kuzguncuk'a gönüllerde ayrı bir yer açması açısından da mühimdir Perihan Abla. Geçen hafta bir iş için uğradım; şehrin keşmekeşi içinde neredeyse unuttuğumuz haller hâkimdi Kuzguncuk'ta: Huzur. Sükunet. Emniyet. Moda'daki gibi giderek hepsi birbirine benzeyen kafe ve barlar yerine sakin, iddiasız, bağırtısız, küçük, 'normal' dükkânlar... Havalı tasarımcı da var, nalbur da... Butik restoran da var, mütevazı ev yemekçisi de... Şık mimarlık ofisi de var, berber de... Aynen cami, kilise ve sinagogun biraradalığı gibi... Göze sokmadan. Hakiki. Sahici. İnsani. Tam da gerçek bir mahalle kültüründe olması gerektiği gibi... Bir çay içelim. Nerede içelim? Renkli sandalyelerden ikisine oturduk. Fazla bir beklentimiz yok doğrusu. Fırından yeni çıkan ıslak kekin henüz ılık olduğunu bilmiyoruz daha. Ev yapımı güzel bir limonata önce, yanında (hiç abartmıyorum) hayatta denk geldiğim en kıyır, en lezzetli (az tuzlu, sanki hafif de tatlımsı) kurabiyeler... Lâ Mekân diye ufacık bir kafe burası. Samimi, sempatik bir yer. Günlük taze yemekler, salatalar, hamur işleri çıkarıyor. Pazı sarma, gözleme, sucuklu yumurta da var, havuçlu kek de... O pozsuz, numarasız hali, zincir markaların esareti içinde unuttuğumuz bir içtenlik geçiriyor. Ferahlık veriyor. Ilık ıslak kek ise altın vuruş! Yeni demlenmiş güzel bir çayın yanında, her sorunun çözülebileceğini, her derdin devasının bulunabileceğini düşündürüyor. Anne şefkati gibi adeta... Kucak gibi, sarılmak gibi... Çok iyi geliyor, şükrettiriyor.
Hayat müjdesi: Kabak
Kabak , romantik olabilir mi? Dolması, kızartması, mücveri yapılan bildiğimiz sakız kabağı. Romantizm neresinde? Nereden baktığınıza bağlı; mesela Refik Halid'in penceresinden baktınız: "Sakız kabaklarına bakarken gözümün önüne et suyu ile pişmiş hafif kalyası gelir. Zira bu yemek ağır hastalıklardan kalkanların perhizi bozmak üzere, küçük bir dilim francala ile başladıkları bir kurtuluş taamıdır. Yeniden hayata dönenler, ağızlarının ve ömrün ilk tadını onda bulurlar." Bir Refik Halid kolay yetişmiyor! Hayal gücüne gelin: "Kabağa bakınca, hayalimde şu manzara ile karşılaşırım. Saçları şakaklarına yapışmış, beyaz gecelikli solgun bir genç kız, yatağından doğrulmuş, önüne bir ufak tepsi ile koydukları kendisi kadar sarı ve kansız bir tabak yemeğe ölüme yüz çevirmiş gözler ile memnun memnun bakıyor, bu yemekten hayat müjdesi alıyor!" Solgun bir genç kız olduğum söylenemez ama kabaktan ben de hayat müjdesi alıyorum! Hele ki ızgara ve kızartmasından! Bol dereotlu, zeytinyağlı ya da kıymalı geleneksel çeşitlerinin ve elbette ki dolmasının yeri bâki. Yoğurtlu ve cevizli kabak salatası, şahane bir yaz mezesidir. Mücversiz bir yaz zaten düşünülemez. Kızartmaya karşı mıyız? Fırın mücver yaparız o zaman. Ama yanında iyi bir yoğurtla çıtır kabak kızartmasını neyle replase ederiz, onu bilemem. Hele ki kibrit modelini... En pratik favorim, ızgara ya da sadece bir kaşık zeytinyağında kızarmış kabağın üstüne bol parmesan peyniri rendesi. Sevgili Hülya Ekşigil'den tavsiyeyle rende parmesanın içine biraz da kuru dereotu ufalarsak... Velhasıl kabak, asla kabak tadı vermez!
Tüketen karar: Neli dondurma?
Şikâyetim var cümle kuyruktan, hele ki dondurmacı kuyruğuysa... Girsen olmuyor, girmesen olmaz... Caysan olmuyor, yemesen olmaz... Yazın en temel girdabı! Çocukluğumuzda kaymak ve çikolatadan ibaretti bu dünya. Vişne ve limon, bilemedin çilek. Moda'daki Ali Usta efsane, Santa Maria'sı da büyük fanteziydi. Mado'nun karadutlusu ise devrim sayılırdı. Şimdi öyle mi ya? Akasyalı. Acı biberli. Anasonlu. Balkabaklı. Cheesecake'li. Güllaçlı. Güllü lokumlu. Hurmalı. Ihlamurlu. Itırlı. İrmik helvalı. Kahveli. Keçi peynirli. Kurabiyeli. Lavantalı. Mesir macunlu. Nutella'lı. Oreo'lu. Patlamış mısırlı. Safranlı. Soya sütlü. Tiramisu'lu. Tonka fasulyeli. Tuzlu karamelli. Yeşil çaylı, Yoğurtlu... Çikolatalı demedik farkındaysanız. O kendi başına başka bir dünya çünkü: Çikolata lavanta. Çikolata tarçın karanfil. Çikolata portakal. Bitter bergamot. Bitter kayısı... Bitmiyor! Asıl daha meyvelilere gelmedik, sorbelere: Armutlu. Ayvalı. Bodrum mandalinalı. Demir hindili. Erikli. Greyfurtlu. İncirli. Kan portakallı. Limonlular kendi içlerinde olmak üzere fesleğenli, güllü, zencefilli. Narlı. Turunçlu. Yeşil elmalı. Dondurmacci, Girandola, Cremerio Milano; son 10 yılın dondurmacılarına baktığınızda, bir bu kadar daha çeşit olduğunu görürsünüz. Şimdi vatandaş ne yapsın? Giriyor dondurma kuyruğuna ama esas sorun, sıra kendisine geldiğinde çıkıyor. Eyvah! Neli isteyecek? İki, bilemedin üç toptan fazlası zorlar istiap haddini; peki şu üçünden yerse, diğer 32 çeşidin boynu bükük mü kalacak? Çileli seçim, zor karar. Allah sıradakilerin yardımcısı olsun!