İnsanın tuhaf bir savunma mekanizması var. Üstüne konuşmayınca, yok sayınca; gerçekleşmeyeceğini, yok olacağını sanıyor.
Geçenlerde çok kıymetli bir ahbabımdan bir e-posta geldi. "Sana gri bulutlu bir duyum iletiyorum" diyordu:
"Galiba Suadiye Remzi'nin sonu mu geliyor? Çünkü orası kiralıkmış ve mal sahibinin istediği 'yeni' kira fazla mı gelmiş? Cumartesi sabah gittiğimde çalışanlarda bir huzursuzluk vardı. Orada sadece kitapçı kalıp, dergici/cafe giderse yazık olur. İstanbul'da hâlâ kalabilen birkaç yüz Rumdan biri olan pasta-kek ustası, kahrından ölür muhakkak. Onun know-how'ını ise kimse sürdüremez. Ayrıca Cadde'de Batılı anlamda böylesi bir cafe yok. Diğer hepsi Starbucks ve benzerleri türünde packaged fast foodcu. Divan 'bile' ne hale geldi! Hiçbir kurumu, geleneği koruyamayan bir vandal zihniyet her yeri sarmış durumda.
Geçen gün bir BBC seyahat programında, Venedik'teki Cafe Florian'ın 1913'te çekilmiş filmini gördüm. Florian, kimbilir 1913'te bile kaç yaşındaydı. Viyana kahvelerinin her birinin ünü, öyküsü apayrı ve ne kadar özgündür. Hangisinde Lenin nerede oturdu, Freud hangi masayı seçerdi, Hitler hangi köşede gazete okurdu... Bunların hepsi kayıtlı... Ayy... Neyse... Burası da böyle işte şekerim... deyip, bu tür keyifler için yurtdışı fırsatları ayarlayacağız."
KİŞİLİKSİZ, TEK TİP ZİNCİRLER
Bu mektubu gözyaşları içinde okudum. Evvela kendi damak tadı bencilliğimle: Remzi Kitabevi'nin başka hiçbir yerde o nefasette olmayan kişlerini, unsuz pastalarını, bir karış kabarmış keklerini düşünüp yutkunarak. Sonra da samimi bir sosyal hassasiyetle:
Özellikli, özenli yerlerle er geç vedalaşmak kaderimizde mi var? Tek tip, karaktersiz, fotokopi zincirlerin ruhsuzluğuyla, nereye kadar?
Bunu yazmadım, pek konuşmadım da; o tuhaf psikolojiyle işte: Yok sayayım, yok olsun!
Kentsel dönüşümün ve baş edilemez kiraların sonucu bu: Kimileri için veda kaçınılmaz oluyor. Vedanın her türlüsü sıkıntılı ama İstanbul'un tarihiyle özdeşleşmiş isimler söz konusuysa hal iyice zorlaşıyor.
Beyoğlu'ndaki İnci'nin son gün kepenk indirilirken dökülüp saçılan profiterol tabakları gözümün önünden gitmez. Çocukluğun, 40'ında tekrar bittiği anlar vardır; onlardandı.
Romantik biri değilim esasında ve de sonuçta bunlar ticari işletmeler. Mesela Rejans kapanırkenki hırçınlık enteresandı, işletmecisi adeta bizi suçluyordu: Nasıl gitmez, kapanmasına nasıl izin verirdik! İyi de sayın bayım, son 15 yılda mutfağı o kadar ihmal etmeyip siz de bize az yardımcı olsaydınız keşke...
Bir kere işletmeci işini boşlamayacak, güne ayak uydurmaya çalışacak ve hiç unutmayacak: Eski iyidir ama bayat kötüdür. Net. Fakat birilerinin daha bir şeyler yapması gerekiyor; başka yer mi gösterecek artık, kolaylık mı sağlayacak...
Bir şehrin tarihini, kültürünü oluşturan, ona karakterini, ruhunu veren markalar var çünkü. Ve onlarsız bir hiç o şehir. Geçmişsiz. Hikâyesiz. Kişiliksiz. Kimsesiz. Dolayısıyla korunmaları lazım. İtinayla, ihtimamla.
Yabancı bir şehre gittiğinizi düşünün. Tarihinde yer etmiş isimlerin yolunun düştüğü, anekdotlu, nevi şahsına münhasır atmosferli, benzersiz, şubesiz bir kahvede mi oturmak istersiniz? Yoksa dünyanın her yerinde tıpatıp aynısından yüzlerce, binlerce olan manasız bir kahve zincirinde mi?
HAYAT KAFELERDE AKIYOR
Pasaportun Schengen'ini tazeleyince, gıdıklanma hasıl oluyor. Orası mı, burası mı derken Viyana'da karar kıldık. Viyana zaten nefes kesen yapılarıyla Avrupa'nın en güzellerinden... Bir de ne biçim sahip çıkmış adamlar geleneklerine, ne biçim korumuş tarihlerini diye, insan ağlamaklı oluyor.
Müzelerdeki deli koleksiyonlar, müzeleştirilmiş yaşayan saraylar derken her fırsatta bir kafede soluklanmak icap ediyor. Ve ah o kafeler...
Biz hunharca budayalım varımızı yoğumuzu, onların 1800'lerde açılmış kafelerinde akıyor hayat bugün de. Kesintiye uğramadan. Geleneğin o devamlılığı çok acayip bir şey.
Cafe Central dış cephe itibarıyla da, kemerli tavan ve mermerleriyle de en ihtişamlı olanlardan. 1876 doğumlu. Düşünüründen siyasetçisine en babaları ağırlamış hep. Trotsky ile Lenin burada satranç oynarmış, Karl Kraus kahveye gelirmiş. Kapıda kuyruk oluyor, pastaları resim/ heykel; krokanlısı ölümcül.
LEHAR DA MÜDAVİMİ FREUD DA
Cumartesi gecesi Elvis Costello konseriyle inleyen Burg Theater'ın (Çok iyi konserdi, dört bis yaptı) yakınındaki Cafe Landtmann, Mahler ve Marlene Dietrich'in gözdesiymiş. Tevellüt 1873.
Cafe Sperl, besteci Franz Lehar'ın favorisiymiş, Freud da müdavimmiş. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Rus ordusunun karargâhı olmuş, 1983'te restore edilmiş. Acelesiz, saadet garantili bir yer, en lezzetli kahvaltı da buradaydı.
Şinitzeli
gayet iyi olan Cafe Mozart 1794'ten beri var. Meşhur pastaları Sacher Torte'ye de adını veren Cafe Sacher ise 1832'li. Cafe Leopold Havelka'da modern sanatın mühimlerinden Friedensreich Hundertwasser ve Andy Warhol takılırmış. Yine Freud'la anılan Cafe Corb'un bugün bir kısmı galeri, bir tarafı kafe.
Biz böyle nereleri sayabiliriz? Yüz yılın gerisini görmüş geçirmiş; yazar, çizer, düşünür, siyasetçi ağırlamış? Evet, sessizce dağılabiliriz.