Geçen çarşamba, 25 Nisan Anzac Günü'ydü. Avustralya'dan ve Yeni Zelanda'dan sadece askerler değil, dedeleri Çanakkale'de savaşmış olan (ve olmayan) siviller de Türkiye'ye gelmişti.
Askerlerin anma töreni için binlerce kilometre gitmesi tuhaf değildir. Peki ya siviller? Aradan 103 yıl geçmesine rağmen siviller, genç kız ve erkekler niye geliyor?
Bu olaya ilişkin milliyetçi bakış açısını, her yıl 'onlar adına' bizim medya dile getiriyor: "Dedeleri için geldiler..."
Peki, olay bundan mı ibaret? Binlerce sivil, 12 bin 500 kilometre yolu, sadece soluk bir siyah-beyaz fotoğraftan tanıdıkları büyük dedeleri için mi katediyor? Ve hayli para harcıyor!
Sorunun cevabını bulmak için geçmişe uzanalım... 25 Nisan 1915, Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinin, Gelibolu'ya çıkartma yaptıkları gündür. Bugün Anzak Koyu dediğimiz yer. (Sonrasını biliyorsunuz: İki tarafta da korkunç miktarda kayba yol açan Çanakkale kara savaşları sonucunda geri çekildiler.)
Anzac Günü gayri resmi olarak ilk kez 1916'da, o sırada Fransa, Mısır ve Britanya'da konuşlu Anzac askerlerince anıldı. Olayın resmiyet kazanması 1920'lerde oldu. Ancak şu nokta önemli: 1916'da, yani çıkarmanın daha ilk yılında, törenler yapılırken, 25 Nisan için Avustralya'nın doğum günü denmekteydi. Çünkü Avustralya ilk kez tarih sahnesine çıkmıştı.
Olay İkinci Dünya Savaşı'na kadar köpürtüldü: Yürüyüşler yapıldı. Kahramanlık şiirleri yazıldı, şarkıları bestelendi. Yollara adlar verildi: Anzac Caddesi, Gallipoli Sokağı gibi. Böylece bilhassa Avustralyalılar, İngilizlerden farklı bir ulus olduklarını ve vatanları için canlarını vereceklerini göstermiş oluyordu.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra olayın rengi değişti. 25 Nisan yeni kuşaklara fazla bir şey ifade etmiyordu. Çanakkale'den sağ kurtulan gazilere coşkusuz gözlerle bakıyorlardı.
25 Nisan'ı asıl gözden düşüren Avustralya ve Yeni Zelanda hükümetlerinin, ABD'yi desteklemek üzere 1965-1972 arasında Vietnam'a asker yollaması oldu. Genç kuşak için ikisi de birdi: Emperyalizm.
Anzac Günü'nün prestijini tekrar kazanması 1990'ları buldu. Ancak bu kez anlamı farklıydı: İngilizlerden kopmayı değil onlarla birlikte olmayı çağrıştırıyordu yeni nesiller. Dünyanın dibindeki (Down Under) Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar için, hayat tarzı olarak zaten benzeştikleri Avrupa ile yakınlaşmanın göstergesiydi artık.
Küreselleşmenin etkisiydi yaşadıkları. Çanakkale'ye gelmek milliyetçi bir tavır değil, tersine "Uzaklarda olduğumuza bakmayın... Biz de çağdaş dünyanın parçasıyız" demenin başka bir şekliydi.
Özetin özeti: Kimse dedesi için gelmiyor. Herkes kendisi için gelmekte.
Not: ANZAC kelimesi Australian and New Zealand Army Corps tabirinin kısaltması. "Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu" diye çevriliyor.
***
Liverpool iki buçuk Roma sıfır
Futbolu elbette futbolcular oynar ve yetenekli bir oyuncuyu seyretmek büyük zevktir. Ancak ben aynı zamanda 'hocacı'yım. Teknik direktörleri önemserim. Mesela Mısırlı yıldız Muhammed Salah... Liverpool'a geldiğinde hep aynı şekilde topa vuruyordu. Kaleciler kısa sürede onu çözdü ve gol yememeye başladılar. Son vuruşu öğreterek, Salah'tan büyük bir golcü çıkartan hocası Jürgen Klopp'tur.
Roma'yı da izliyorum. Tek sebep Cengiz Ünder değil. Beni asıl ilgilendiren hocaları Eusobio de Francesco. Takıma hoş bir futbol oynatıyor ve henüz 21 yaşındaki Cengiz'i ne yapacağını merak ediyorum. Salı akşamı Liverpool, Roma'yı 5-2 yendi. Haberlerde herkes "Liverpool fark attı" demiş. Bu yorumlar beni yıllar öncesine götürdü. Takımları tam hatırlamıyorum. Bayern ile Juventus olabilir.
Almanlar ilk maçta 5-0 öndeydi. Son dakikada bir gol yediler... Çizme'deki maça 5-1'in rahatıyla çıktılar. Ama İtalyanlar mucizeyi gerçekleştirdi. Almanları 4-0 yenip elediler. (Halbuki o son dakika golü olmasaydı, altı fark yapmaları gerekecekti.)
Aynı şekilde, beş atan ama iki de yiyen Liverpool, aslında sadece 2.5 (iki buçuk) gol önde. Roma 3 fark yaparsa, Liverpool'u eleyecek ki olmayacak iş değil.
O maçta Francesco'nun da kalibresini göreceğiz.
***
Bizimkilerin tıpkısı
Pera Müzesi'nde Singapur üzerine bir fotoğraf sergisi var. Küratörlüğünü, fotoğraf sanatçısı Tay Kay Chin'in yaptığı serginin adı: Görünenin Ardındaki Singapur. Başlık ipuçları veriyor: Zengin ada ülkesinin (kişi başı gelir 53 bin dolar) az bilinen yüzü.
Oralarda bizden farklı ne var, diye düşünürken karşıma aynı olan çıkıverdi: Düğün öncesinde fotoğraf çekimi. Gelin boylu boyunca çimenlere serilmiş, damat ise sıkılmış. Şu yaşa geldim, bu tip fotoğraflardan coşku duyan bir erkek görmedim. Hep müstakbel gelinlerdir hevesli olan... Olay her yerde aynı galiba.