Bir arkadaşım cinlere inandığını söyledi. Olabilir. Ben de ona takılmaya başladım.
Karşılaştığımızda, "Yolda iki cin gördüm, sana selam söylediler" diyorum. "Benimle dalga geçme" diyor. Ben de ona "Madem cinler var, benim cin gördüğüme niye inanmıyorsun" diye soruyorum.
Arkadaşımla aramdaki bu şirin ilişkiyi aklıma getiren geçen hafta cinlerin gazete köşelerinde kendilerine yer bulmasıydı. Olay cinlerin istihbarat toplamada kullanıldığı iddiasına kadar vardı.
Ben bir ara bu cin konusuna merak salmış, kitaplar, makaleler okumuş, çok sayıda video seyretmiştim. Gerçekten ilginç bir konu...
Bir gün Nihat Hatipoğlu'nun programını 27 yaşında bir kadın aradı. 12 yaşından beri üç harflilerin musallat olduğunu söyledi. Onun ve bir buçuk yaşındaki çocuğunun vücudunu çiziyor, morarmalara yol açıyorlarmış. Hocalara gitmiş ama derman olamamışlar.
Bunun üzerine Hatipoğlu, "Doktorlarla görüşmüşsünüzdür mutlaka..." deyince, kadının cevabı net oldu: "Hayır, doktora falan gitmedim. Ne olduğunu biliyorum zaten... Şu anda bile televizyonun önünden geçiyorlar."
Hatipoğlu dini tavsiyeler vermeden önce, "Mutlaka bir doktora görünün, bir psikologla görüşmenizde fayda vardır" dedi...
Bana sorarsanız, o kadın doktora gitmeyecektir. Çünkü kendini hasta olarak görmüyor. Öyle ya, belirtiler başladığından beri 15 yıl geçmiş. Büyümüş, evlenmiş, çocuğu bile olmuş. Yani doktora görünmeden "normal insanlar gibi" yaşamış işte. Doktora ne gerek var?
Psikiyatr bir arkadaşıma bu olayı sormuştum. Eğer hastaya şizofreni tedavisi görmesi gerektiğini söylerse bir daha gelmiyormuş.
Sonra çözümü bulmuş. "Evet sana cinler musallat olmuş. Fakat korkma. Onları defetmeni sağlayacak ilaçlarımız var. Şimdi sen şu hapları almaya başla, sonra yine gel..." diyormuş.
Böylece hasta (eğer ağır bir vaka değilse) toparlanıyor, mesela kulağına tuhaf şeyler fısıldayan sesler azalmaya başlayınca çok mutlu oluyormuş.
Tıp ne derse desin, sonuçta insanlar inançlarını ve kendi dünyalarını terk etmiyorlar. Biliyorsunuz cinlerden ve cin çarpmasından öylesine korkanlar vardır ki 'cin' kelimesinin ağızlarından çıkmasını dahi istemezler, onun yerine "üç harfliler" derler.
Hatta internette bir görüntü dolaşmıştı bir ara: Eti'nin Cin marka bisküvisinin durduğu rafa bakkal, 'Eti Üç Harfliler' yazmıştı...
Peki, cinler günümüzde bisküvi yer mi? Valla bilmiyorum. Dini inanca göre 'dumansız ateş' olan cinlerin, varlıklarını sürdürmek için bir biçimde enerji tüketmeleri gerekir. Nitekim hadislerde kemik ve kuru hayvan pisliği yedikleri söyleniyor...
Bulundukları bölgeye göre menüleri değişiyordur herhalde. Güney Amerika'da lama, Avustralya'da ise kanguru pisliği yiyor olabilirler.
Yılan şekline girdiklerine göre su ve süt içtiklerini tahmin etmek, sizce de mantıklı değil mi? Ne dersiniz?
***
KURBAN: BÖYLESİ DE VARDI
Kurban Bayramı yaklaşırken, hayvanların kesilmesine karşı çıkanlar olacaktır. Ancak bu konuda genellikle göz ardı edilen bir nokta var. Binlerce yıllık insanlık tarihini düşünürsek, yenilebilir bir hayvanın kesilmesi önemli bir ilerlemedir. Çünkü eskiden ruhlar alemiyle ilişki kurmak (işaret almak, tövbe etmek) için bakın neler yapılırmış. İşte birkaç örnek:
Aztekler ölü gömme törenlerinde, pamuk bir ip bağladıkları köpeği keserek cesetle birlikte gömer veya yakarlardı. Köpeğin görevi ölen kişiye öteki dünyaya giden yolda rehberlik etmekti.
Bazı Pasifik yerlileri topluluğun zengin ve saygın bir erkeği öldüğünde cenaze töreninde eşlerini, kölelerini ve hatta yakın arkadaşlarını da öldürürdü.
Mayalar farklı bir esir gördüler mi, onu hemen öldürmez, bir yıl boyunca esirin her isteğini yaparlardı. Sonra esiri gül yağı ile ovarlar ve Ay Tapınağı'na götürürlerdi. Orada bir rahip adamın göğsünü keser, kalbini çıkartarak halkı kutsardı.
Aztekler bir bebeğin veya onun yerine satın alınmış bir esirin kalbini volkan camından (oksidyen) yapılmış bir bıçakla çıkartır, vücudu da parçalayıp yerlerdi. Bunu 20 günde bir yaparlardı.
Aztek rahipleri yeni yapılan bir tapınağı kutsamak amacıyla yedi bin kişiyi kurban etmişlerdi. Bazı rahipler aşka gelip kendilerini de öldürmüşlerdi.
İnkalar esirleri, basit bir şekilde öldürerek kurban ederlerdi. Derken öldürmeden önce işkence etmeye başladılar. Bunu onlara İspanyol işgalci general Pizarro öğretmişti!
***
EN BASİT SINIF ANALİZİ
Osmanlı'da 'kıyafetname' adı verilen kitaplar vardı. Bunların amacı okurlara, tanımadıkları bir kişinin görüntüsüne bakarak nasıl bir insan olduğu hakkında fikir vermekti: İyi mi, kötü mü, içten pazarlıklı mı, sinirli mi, munis mi?
Sadece kıyafete, ne giyildiğine değil, gözler, dudaklar, yanaklar gibi diğer tüm dış özelliklere de bakarak bir sonuca ulaşmaya çalışılırdı.
Bu ikonuda yapılan taze bir araştırma gayet çarpıcı bir sonuç vermiş:
Sadece yedi kelime, evet ağzınızdan çıkan sadece yedi kelime başkalarının, başta eğitim ve gelir olmak üzere sizin sınıfınızı ve statünüzü anlamasına yetiyor.
Üstelik bunlar cümle içinde kullanılmış kelimeler dahi değil. "Güzel", "sarı", "düşünce" gibi tek başlarına söylenen kelimeler.
Kameranın karşısına geçip faraza "güzel" diyorsunuz. Daha sonra videoyu izleyenler, sizi hiç tanımamalarına ve tebdili kıyafet olmanıza rağmen, "Bu kişi üniversite mezunu" veya "Bu bir işadamı" diyebiliyor.
Ancak yedi kelimeli araştırma, kişinin karakteri konusunda bir fikir vermiyormuş. Karakteri çözmek için 'birlikte yolculuk yapmak' hala en iyi yöntem olabilir.