ABD'deki siyahi George Floyd'un polis tarafından öldürülmesiyle başlayan "Nefes alamıyorum" protestosu korona salgınının getirdiği derin krizle birleşince devasa bir toplumsal kalkışmaya dönüştü. Bu yüzden de bu eylem, bugünlerde 7'nci yılını geride bıraktığımız Gezi kalkışmasına ve aynı yıl Mısır'da ve Brezilya'da meydana gelen protestolara benzetiliyor. Çünkü o eylemler de sadece Türkiye'deki gibi "birkaç ağaç" veya Mısır'da Mursi'nin "herkesi kucaklayamaması" ile ya da Brezilya'daki gibi "kamu ulaşım ücretlerine zam yapılması" ile ilgili değildi.
Arkasında hem iç hem de dış siyasi odakların derin hesapları vardı. Bu nedenle hala Türkiye'de Gezi kalkışma mı yoksa çevre hassasiyeti yüksek "sivil" bir protesto mu tartışması sürüyor. Özellikle CHP ve sol, Gezi kalkışmasının küresel güçlerin de destek verdiği iktidarı devirme girişimi olduğu gerçeğini bilinçli bir biçimde saklıyor.
Bu yüzden de emperyalizmin, yani "üst aklın" Türkiye gibi ülkelerde siyaseti nasıl sabote ettikleri, nasıl darbe yaptıkları üzerinde durulmuyor.
İlginçtir, Türkiye ve Mısır'da Batı'nın tanımıyla ve hoşlanmadığı "İslamcılar" iktidardaydı ve halk "yaşam biçimine" sahip çıkmak için sokaklara inmişti.
Peki, Brezilya'da kim iktidardaydı ve "halk" neden sokağa inmişti?
Şimdi gelin 7 yıl önce bugünlere ışık tutan siyasi bir yolculuğa çıkalım. O günlerde de yazdım, Brezilya ve Türkiye; Kissinger'ın de öngördüğü gibi küresel dünyanın, Çin, Rusya ve Hindistan'la birlikte önemli aktörleri arasında sayılıyordu. 2 binli yıllar başladığında Brezilya'da solcu Lula, Türkiye'de ise "Muhafazakar Demokrat" Erdoğan iktidara gelmiş ve kısa sürede derin değişimler yaşanmıştı. Özellikle ekonomi güçlenmiş, Brezilya, dünyanın 12'nci Türkiye ise 17'nci ekonomisi olmuştu.
Ayrıca darbelerle nefesi kesilen iki ülkede de müthiş bir özgürleşme rüzgarı esiyordu. 2010 yılında bu iki ülke, İran'ın sorun yaşadığı nükleer silahlanma konusuna da el atarak küresel aktör gibi davranmaya başladılar ve umut da verdiler.
O günlerde medyada muhafazakar Erdoğan'la solcu Lula arasındaki siyasi benzerlik kadar kişisel benzerliklere de dikkat çekiliyor hatta Erdoğan'ın "Lula'nın Kasımpaşalı edası var" sözüne Lula da "Kasımpaşalılık belirleyiciyse mutluluk duyarım" diye cevap veriyordu.
Bu ikiliden Başkan Erdoğan, 2011 seçimlerini kazanıp yoluna devam ederken, Lula iki dönemi tamamlayıp yerini Brezilya'daki darbe dönemlerinde işkencelerden geçmiş, militan solcu Dilma'ya bırakıyordu. Dilma Roussaff de Lula'nın izinden gitti. Her iki ülkede de iç ve dış sorunlar vardı ama umut veren yolculuk sürüyordu.
Nereye kadar? Ta ki Mayıs-Haziran 2013 yılına kadar...
Türkiye'deki hava şöyleydi. IMF'ye borcunu bitirmiş, yüzde 4-5 arası faizle borçlanabilen, yabancı sermayeyi çeken, büyük yatırımlar planlayan bir Türkiye havası vardı.
Brezilya'da da milyonlarca kişinin yoksulluktan kurtulduğu, ülkenin dünya sahnesindeki yerinin yükseldiği ve tarımda "süper güç" olacağı yazılıp konuşuluyordu. Ayrıca o günlerde Brezilya 2014 Dünya Kupası ve 2016 Rio de Janeiro Olimpiyatları'nı da yaparak bu gelişmeleri taçlandıracaktı.
İşte ne olduysa o günlerde oldu ve Türkiye'de "birkaç ağaç", Brezilya'da ise "kamu ulaşım ücretlerine zam" gerekçesiyle küçük çaplı gösteriler başladı. Ama gösteriler o kadarla kalmadı, kısa sürede ve inanılmaz bir hızla bütün şehirlere yayılarak bir "ayaklanmaya" dönüştü. Biri "muhafazakar" diğeri "solcu" iki iktidar ve yönettikleri iki ülke ciddi bir sarsıntı yaşadı.
Ama en önemlisi bu kalkışmaların nasıl sonuçlandığıydı. Daha doğrusu "demokratik bir eylemin" nasıl bir darbeye dönüştüğünün hikayesi saklıydı. Yarın devam edelim.