Türkiye iç vesayet sistemini geriletse de dış vesayetle hesaplaşması sürüyor. 2018 bu açıdan zor bir yıl olacak. ABD'nin, hukuku hiçe sayan FETÖ destekli siyasi Sarraf davası da, PKK-PYD'ye açık desteği de, darbeci FETÖ'cülere sahip çıkması da bu hesaplaşmanın parçaları.
İç siyaset aktörleri de umudunu buradaki gelişmelere bağlamış durumda.
Özellikle de Sarraf davasına...
Başta CHP olmak üzere, Akşener ve HDP, başından beri Sarraf davasının bir "yolsuzluk" davası olduğunu kanıtlamak için canhıraş uğraştı.
Öyle olmadığını bildikleri halde yolsuzluk algısını sürdürdüler ve arkadan gelecek ekonomik ambargoyu beklediler.
Şimdi onun üzerinden salvolar başlayacak.
Halkla iktidarı, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı karşı karşıya getirecek bir yol izlenecek. Ama bunun da tutmayacağını biliyorlar. İşte bu yüzden, yıllardır özlemini çektikleri "Erdoğan'sız AK Parti" formülü peşindeler.
Türkiye siyasetinde böyle bir gerçek olduğunu ve böyle bir hesap yapıldığını bilmeyen yok. İster CHP'liyle, ister Akşener'in İP'lisiyle konuşun hepsinin umudu AK Parti'den oy alabilecek bir aktörde. Çünkü kendileri alternatif bir siyaset üreterek büyüyemiyor. Büyüyen bir partiyi bölerek küçültmek istiyorlar.
Dahası var; CHP'nin elindeki yüzde 25'i koruyamayacağını sıradan bir delege bile görüyor. Akşener ise sürekli kan kaybediyor ve çıkış noktasının çok gerisine düşmüş durumda. HDP'ye gelince, orada çok daha derin bir kırılma yaşanıyor. HDP, PKK'nın ABD'nin aparatı olarak gerçek yüzünü göstermesine ses çıkarmamasıyla tarihinde yaşamadığı bir yenilgi yaşayacak.
Kısaca muhalefet cephesinde derin bir umutsuzluk hüküm sürüyor. İşte tam bu noktada eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün konuşması ya da birilerinin onu devreye sokmak istemesi şaşırtıcı değil.
Uzun süredir zaten hazırlık içinde oldukları biliniyor. Ankara ve İstanbul'da eski AK Partililerin sık sık buluştuğu ve Gül'e mesaj yolladıkları sır değil. Ama ortada köklü bir siyasi farka işaret eden bir duruş yok.
Bugüne kadar Gül ve çevresinden kamuoyuna yansıyan bazı konularda farklı bakış dışında bir vizyondan da söz edilmiyor.
Gül'ün bugüne kadar AK Parti'ye yönelttiği eleştirilerle Kılıçdaroğlu'nun eleştirileri arasında nasıl bir fark var?
Anlayacağınız ortada toplumsal bir talebe karşılık gelen bir siyasi önerme yok. Ayrıca şu son dönemde Türkiye'nin ABD ve AB üzerinden yaşadığı kuşatmalara dair hiçbir tepki verilmemesi, referandum öncesi ve sonrası onlarca kez Türkiye'ye yönelik AB medyasının haksız kampanyası karşısında susulması manidar değil mi?
ABD'nin PKK-PYD'yi silahlandırması, FETÖ'yü sahiplenmesi ve Sarraf davasının siyasi davaya dönüştürülmesi de öyle...
Ve en önemlisi Halkbank, ABD tarafından karalanırken, uzun yıllar o bankadan sorumlu başbakan yardımcılığı yapmış Ali Babacan'ın ABD'ye tek söz söylememesi.
Durum eski Cumhurbaşkanı Gül açısından hiç iç açıcı görünmüyor. Zorlama bir siyasi süreçle, bir siyasi mühendislikle karşı karşıya. Bir süredir hem Ankara hem de İstanbul'daki ofisler hayli hareketli.
En dikkat çekici yan ise, eski bürokratların, eski diplomatların, eski AK Partililerin, eski muhalefet milletvekillerinin ve eskinin etkili işadamlarının yoğun ilgisi...
Adı "Eski Parti" mi olur bilmem ama en ilginci Hayrünnisa Gül'ün bizzat telefonla birilerini arayıp ısrarcı olması. Bir işadamına söylediği; "Abdullah'a baskı yapın, öne çıksın" sözü hiç şaşırtıcı değil.
Bu arayış muhalefetin ortak adaylığı için mi, bir parti için mi yoksa AK Parti'yle pazarlık için mi; onu da zaman gösterecek.