Fransa'daki kanlı terör saldırısının derin sarsıntısı sürüyor. Fransız istihbaratının uzun zamandır izlediği iki kişi, gün ortasında bir derginin merkezini basıyor ve 12 kişiyi katlediyor.
İlginçtir, bu iki kişi kimliklerini arabada bırakmaktan da çekinmiyor.
Aynı şeyi İstanbul'daki canlı bombacı da yapıyor.
İnce hesaplanmış küresel bir terör saldırısıyla karşı karşıyayız. Asıl önemli olan katillerin yakalanması değil, saldırıların neden yapıldığı...
Aslında dünyanın iki yakasında da, - Batı'da ve Doğu'da- bu tür katiller üreten karanlık bir siyasi zeminin alt yapısı yıllardır oluşturuluyor.
Bu gerçeği görmek için sadece son 10 yıla bakmak bile yeterli... Küresel güçler, özellikle İslam coğrafyasındaki değişimi durdurmak için en küçük demokratikleşmeye bile tahammül etmiyor.
Avrupa kıtasında ise tam tersi, yabancı düşmanlığı ve İslomofobi yükseltiliyor.
Elimde Türkiye'deki Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV)'nın yayımladığı bir kitap var;
"Dünya Gündemine sosyal Demokrat Yaklaşımlar"
Türkiyeli sosyal demokratlar okuyor mu bilmiyorum ama Aydın Çıngı ve Muharrem Açıkgöz'ün hazırladıkları kitap, Almanya'da 2010 yılında yayımlanan "Yeni Toplum-
Frankfurt Defterleri" isimli süreli yayında yer alan yazılardan oluşuyor.
O yazılardan biri de "Avrupa'da İslam Düşmanlığı ve Bunun Toplumsal Sonuçları"nı inceliyor. Kai Hafez'in kaleme aldığı yazıdaki şu tespit bugün yaşananların sinyali niteliğinde:
"Özgürlükleri güvenceye alan liberal siyasal sistem ile bir hayli hoşgörüsüz Avrupa toplumları arasındaki mesafe gittikçe büyümektedir. Bu durum liberal demokrasi için ciddi bir tehdide dönüşebilir."
Hafez'e göre Müslümanlara karşı Fransa ve Büyük Britanya gibi ülkelerde olumlu yaklaşımlar var ama Almanya ve Hollanda'da durum vahim...
Terörün Fransa'yı seçmesinin bir nedeni de bu olmasın?
Küresel güçler, Batı'daki bu siyasal zemini kullandıkları gibi İslam coğrafyasında çürüyen siyasi zemini özellikle iyi değerlendiriyor.
Al-Arabiya'nın Washington Büro Şefi gazeteci Hisham Melhem'in aylar önce kaleme aldığı "Sınırlarımızın içindeki barbarlar" başlıklı yazısı tam da bu durumu anlatıyor.
"Arap dünyasında son yüz yılda neyin yanlış gittiğini açıklamaya hiçbir paradigma veya teori yetmez" diyen gazeteci Melhem şöyle devam ediyor:
"Arap bölgesini harabeye döndüren Arap milliyetçiliğinin Baasçı ve Nasırcı şekilleri, birçok İslamcı hareket, Arap sosyalizmi, rantçı devlet ve doymak bilmez tekeller, gerilerinde bir dizi kırık dökük toplum bıraktılar. Hiçbir teori, bir zamanlar Arap ülkelerinin siyasi ve kültürel ağırlık merkezi olan Mısır'ın marjinalleşmesini ve bu ülkenin askeri yönetime dönmeden önce barışçıl siyasi değişimle yaşadığı kısa ve sancılı deneyimi açıklayamaz."
IŞİD ve El Kaide vari terör örgütlerini hastalıklı coğrafyanın "tümörü" olarak niteleyen Melhem, bölgenin nasıl bir çıkmaza sürüklendiğini şöyle özetliyor:
"Benim kuşağımdaki Arap milliyetçilerine, İslamcılara 'Arap dünyası'nı sayısız barbara karşı korumamız söylenmişti. Bu barbarlar arasında emperyalistler, Siyonistler, Sovyetler vardı ve ülkemizin sınırlarına yığılmışlardı. Ancak bu barbarların aslında sınırlarımızın içinde olduğu, bizim dilimizle konuştukları ve şehirlerimizde hayli kök saldıkları hakkında ise pek bir şey anlatılmamıştı..."
Melhem'in sözlerinden yola çıkarak son dönemde Türkiye'de, Mısır'da veya Tunus'ta olanları bir kez daha gözden geçirmeye ne dersiniz?