28 Şubat darbesinin travmasını atlatmak zor.
Medyanın büyük günah işlediği biliniyor. Mesela bir Petrol Ofisi, Boğaziçi Elektrik ihalesini izlerken tanık olduğum tezgâhları hatırlıyorum.
Özellikle Petrol Ofisi ihalesinin birkaç kez el değiştirmesi, bugün etkili bir medya patronu olan işadamının o günlerde kelepçelenip gözaltına alınması, hakkında "kaçakçı" diye kampanya başlatılması, sonra da büyük medya patronunun ihaleyi alması herkesin gözü önünde olmuştu.
Daha ilginci, o kampanyayı ateşli yürüten bir köşe yazarı, bugün o eli organize şubeye götürülen işadamının gazetesini yönetiyor.
Türkiye garip ülke...
Tabii 28 Şubat postmodern darbesi sadece asker -medya işbirliğiyle gerçekleşmiş değil.
Olayın birkaç ayağı vardı ve en günahkârlarından biri de o ünlü "beşli çete"diye nitelenen "sivil" örgütlerdi. Kimi devrimci, kimi liberal o örgüt liderleri şimdi ne yapıyor acaba?
Aralarında geçmişi "devrimci" mücadelelerle dolu DİSK'in de yer aldığı şu örgütlere bir bakın; TOBB, Türk-İş, TİSK ve TESK...
Kısaca adı "sivil" zihniyeti "otoriter" olan bu örgütler o gün askere destek olmakta hiç tereddüt etmedi. Bugün o örgütlere başkanlık yapanlardan bir kısmı pişmanlık gösteriyor. Bu elbette önemli. Ama ne yazık ki 12 Eylül 2010 referandumundaki tavırlarını hatırlayınca samimiyetleri kuşku yaratıyor.
Tıpkı siyasetteki gibi adı geçen sivil toplum örgütleri de yeni kuşak aktörlerle yoluna devam etmedikçe o "darbeci" zihniyet pek değişmez görünüyor.
O darbe günlerinin belki de Refah'tan daha sıkıntılı partisi DYP idi. Bütün tezgâhlar onun üzerine kurulmuştu. Sistemin tehditleri de ağırlıkla ona yönelikti. Bir kere dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, bir taşla birkaç kuş vurmak için işe kurduğu partiden başladı.
Yalım Erez ve Yıldırım Aktuna'nın istifasıyla başlayan süreçte her türlü "şantaj ve tehdit" devreye girdi.
Şu ana kadar Refah-Yol hükümetinde görev yapıp da konuşanlar daha çok Refah kanadındandı. Nedense DYP'li bakanlar biri hariç konuşmadı. O tarihte DYP'yi iyi izleyen gazeteci bir dostum bu soruya şöyle cevap veriyor:
"Bence müesses nizama bağlı oldukları için. Yoksa hepsi ne yapıldığını, kimin neyle, nasıl tehdit edildiğini iyi biliyor. Necmettin Cevheri, Ömer Barutçu, Hasan Ekinci, Halit Dağlı'nın söyleyecekleri çok şey var ama susuyorlar."
Salim Ensarioğlu dışında o kabinede yer alan DYP'li bakanların hiçbiri konuşmadı. Merak edip, o dönem yakından tanıdığım, Çiller'e de yakınlığıyla bilinen eski bakan Ömer Barutçu'yu aradım. Konuşmak istemedi. Ancak bir ara "Daha büyük konuşmak lazım"demesi ilgimi çekti ama ondan da vazgeçti.
Sonunda şu tespitiyle yetindim: "Bana yönelik bir şey olmaması mümkün mü? İsim veremedim ama herkese olduğu gibi bize de bulaşmak istediler fakat bulaşamadılar. Ben hakaret ettim. Şu ana kadar yazılanların hepsi doğru. Bütün bakanların üzerine gittiler."
Barutçu'ya Bahattin Yücel'in dosyayla tehdit edilip edilmediği konusunda bilgisi olup olmadığını da sordum. Cevabı yine dolaylı oldu: "İstifa edenlerin hepsi tehditle istifa etti, bunu söyleyebilirim. Ama bana da şu yapıldı bu yapıldı demem."
Peki, Tansu Çiller? O neden konuşmuyor? Bütün bakanları "tehditle" istifa ettirilen ve Başbakanlık sırası elinden alınarak bir anlamda siyaseten emekli edilen bir siyasi aktörün susması sizce anlaşılır bir şey mi?
Bari anılarını yazsa da, siyaset tarihi açısından süreç eksik kalmasa...