Hepimizin aklından geçti, acaba Van'da meydana gelen deprem, şiddete son vermeye vesile olabilir mi?
Ama ne yazık ki olmadı, ne silahlar sustu ne de operasyonlar durdu. Deprem acısı da şiddet de yara açmaya devam ediyor.
Van depremi nedeniyle fazla öne çıkmadı ama son dönemde Kürt sorununu anlamak ve şiddetin daha fazla şiddet üretmemesi için Fethullah Gülen Hoca'nın ve yine Gülen Hareketi'nin önde gelen isimlerinden Cemal Uşşak'ın açıklamaları dikkat çekti.
Çekti çünkü, "Ötekileştirme"nin had safhaya çıktığı, şiddetin yükselmesi nedeniyle muhafazakâr ve dindar çevrelerde "bilinç altı milliyetçiliği"nin devreye girdiği bir süreçte, bu iki önemli açıklama biraz olsun topluma nefes aldırdı diye düşünüyorum.
Fethullah Gülen'in hergul.org sitesine verdiği söyleşideki şu sözleri sadece dindarları değil, karar vericileri de düşünmeye sevk edecek nitelikte:
"Bugüne kadar pek çok fırsat kaçırılmıştır ama bu her şey bitmiş demek değildir. Belki bir kısım mütemerridleri kuvvetle sindirme ve baskı altına alma da düşünülebilir; fakat, esas o toplumun ruhuna girme yolları açılmalı, kardeşlik ruhu yeniden canlandırılmalı."
İçinden geçtiğimiz bu kritik süreçte Gülen'in sözleri herkesi aklı selime davet ediyor:
"Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele 'mukabele-i bilmisil' kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, 'Şehitler ölmez, vatan bölünmez' sloganlarıyla problem çözülmez."
Fethullah Gülen Hoca, o söyleşide Kürt sorununun çözümünü kilitleyen "dil meselesi"ne de Kürt kimliği pek öne çıkartılmayan Said-i Nursi'nin şu sözleriyle açıklık getiriyor:
"Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü'z-Zehra adıyla Van'da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça'nın farz, Türkçe'nin vacip ve Kürtçe'nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe'nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika'da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur."
Gülen, genel ihmallerden söz ederken, Cemal Uşşak eleştiri oklarını kendi camiasına yöneltiyor. Ve söyledikleri birbirini tamamlıyor. Uşşak'ın altını çizdiği ve özeleştiri olarak söyledikleri gerçekten sorunun bamteli:
"Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, 'Çin zulmü altında' anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın veya Bulgaristan'da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadillerini konuşamamasının ıstırabını hissetmedik."
Bu düzeyde bir yaklaşım ilk kez oluyor. Çünkü 1980 öncesi ağırlıkla Türkiye sağı içinde değerlendirilen ve "komünizmle mücadele" ekseninde pozisyon alan dindar kesimin gündeminde 90'lara kadar bir Kürt sorunu yoktu.
Said-i Nursi'nin etnik kimliği nedeniyle Nur Cemaati farklı bir duruşa sahip olsa da dindar çevre ağırlıkla tıpkı 70'li yıllarda Türkiye solunun, "Sosyalizm gelir Kürt sorunu çözülür" yaklaşımına benzer, Müslümanlık ortak paydasını ön plana çıkartarak sorunun özüyle ilgilenmedi. Sanıyorum bu nedenle bugün Türkiye'de 70'lerde görülen "Türk solu-Kürt solu" benzeri bir ayırım yaşanıyor; "Solcu Kürtler-İslamcı Kürtler..." Özellikle üniversite gençliği içinde bu ayrım çok net görünüyor.
Dindar kesimin adını koyarak sorunla ilgilenmesi, Girişim dergisinin dolaylı ilgisini bir yana koyarsak ancak 90'lardan sonra Mazlumder ve Nur Cemaati içindeki ayrışmalarla başladı. Abant Platformu'nun sorunla ilgilenmesi ise 2000'li yılların ikinci yarısında oldu.
Geç de olsa Gülen'in çıkışıyla Cemal Uşşak'ın açıklamaları hem sorunun "demokrasi içinde" çözümüne hem de sert siyasal ilişkileri yumuşatmaya katkı sunacaktır.