Türkiye'de sağlık sistemi ne yazık ki istenen düzeyde değil. Hâlâ yüz binlerce insanın temel sağlık ihtiyacı karşılanmıyor.
Hâlâ yüklü faturalar karşısında rehin kalma olayları yaşanıyor.
Hâlâ skandallara rağmen sağlık alanında büyük lobilerin etkisi sürüyor. Ve hâlâ binlerce insan hastane yüzü görmeden ölümle yüzleşiyor.
İşte bu noktada insan sormadan edemiyor, acaba o devasa bütçeye sahip Sağlık Bakanlığı neden var? Bu soruyu soruyoruz çünkü Türkiye'de ilacını yurt dışından getirtemediği için veremden ölen insanlar var.
Onlardan biri de Ahmet D. Onun öyküsünü okuduğunuzda Türkiye'deki sağlık gerçeği acı biçimde yüzünüze çarpıyor. Vereme yenik düşen
Ahmet D.'nin kendi ağzından anlatılan öyküyü aslında yine bir verem hastası olan ve mucizeyle kurtulan Dr. Cenk Deliküçük yazdı.
'Ben de yaşamak istiyordum!'
"Adım Ahmet D. 48 yaşındaydım. Evliydim ve eşim 6 aylık hamileydi. 1983 yılından beri akciğer tüberkülozu tedavisi görüyordum. Tedavim aralıklarla sürmüştü. 1995 yılında çok ilaca dirençli tüberküloz tanısı kondu. Sonra beni bıraktılar ve 4 yıl tedavisiz kaldım.
2001'de yeniden tedavim başladı. Ama yine başarısız oldu. Ayrıca bu kez beni emekli etmişlerdi. Yine sokaklardaydım.
Defalarca hastaneye yatıp çıkmama rağmen ben neden iyileşemiyordum? İlaçları yurt dışından getirtmemi söylüyorlardı. Oysa tüberküloz hastalığı devlet tarafından ücretsiz olarak tedavi edilen bir hastalık değil miydi?
Ne kadar da yorgun ve çaresizdim.
Ama doğacak çocuğum için yaşamalıydım.
Doktorların, 'Yapacak bir şey yok, git ilacını bul gel tedavi edelim, bu arada çok bulaştırıcısın, hastane personelini de riske atma' demesi üzerine tabiri caizse kapı önüne bırakıldım. Eve gidemezdim karım hamileydi.
Çaresizdim... Allah'tan canımı hemen alması için yalvardım durdum.
Sonra yakınlarım memleketim Giresun'da bir hastane buldu, oraya yattım. İstanbul'da kalan eşim 'Tüberküloz Danışma ve Dayanışma Derneği' başkanını buldu. Dernek avukatı kanalıyla Sağlık Bakanlığı'na hukuki savaş açtı.
Ne kadar da umutlu olmuştum bu çabadan. Yaşayacaktım, bakanlık bu davayı duyup benimle ilgilenecekti.
Umutluydum, çünkü dernek başkanı da aynı hastalıktan üstelik benden daha kötü bir durumda iken ölmemiş, yaşamıştı. Yıllar sonra tüp bebek yöntemiyle hamile kalan eşimin doğumunu görecektim. Çocuğumu koklayabilecek, öpebilecektim. Kim bilir belki de ilkönce 'Baba' diyecek ve ben mutlu olacaktım..
Ama olmadı... Dün yani 21 Şubat 2006 günü saat 19.30'da vefat ettim...
Beni ölüme terk eden, çocuğumu yetim bırakan Sağlık Bakanlığı'na ve insan hayatından daha çok 'koltuğa' önem vererek seslerini 'gür' çıkarmayan ve sisteme boyun eğenlere hakkımı helal etmiyorum Ölüme yalnız gittim. Eşim hamile olduğu için yanımda değildi. Ne çok isterdim ona bir kez doya doya sarılmayı, helalleşmeyi... Ama olmadı.
Son sözüm vasiyetimle ilgili... Yarın Amerika'dan "ücretsiz" olarak şahsıma gönderilen ilaçların Sağlık Bakanlığı önüne konulmasını istiyorum. Hoşçakalın..."
İşte gerçek 'Babam ve Oğlum' öyküsü. O filmin kahramanı da verem hastasıydı ve ölmeden önce oğlunu bakması için babasına bırakmıştı. Peki ya Ahmet D.'nin çocuğuna kim bakacak? Onun ölümüyle ilgili Sağlık Bakanlığı hakkında açılan davayı elbette yakından izleyeceğiz ama daha önce de defalarca değindiğim şu noktayı bir kez daha hatırlatmak istiyorum: Sağlık Bakanlığı'nın, sadece devlet hastanelerinde yaptığı 'Makro test' tercihinin devlete maliyeti yılda 100 milyon dolara yakın.
Düşünebiliyor musunuz, sadece bir firmaya sunulan 100 milyon dolarlık olanağı umursamayan bakanlık, bakmakla yükümlü olduğu bir hastasına 'Git ilacını kendin al' diyerek ölüme terk ediyor.
Bu mu 'büyük devlet' olmak? Yazıklar olsun!